Dr. Ahmet Murat Aytaç: Yoksul halk kesimlerinin seçime indirgenemeyecek sorunları var
İktidarın “iç cephe” hamlesiyle birlikte attığı adımları ve kayyımları değerlendiren Siyaset Bilimci Dr. Ahmet Murat Aytaç, gelişmelerin arka planında sistemin meşruiyet krizi olduğuna dikkat çekti.
Fotoğraf: Evrensel
Şerif KARATAŞ
İktidarın “iç cephe” hamlesiyle birlikte attığı adımlar ve peş peşe belediye kayyım atamasını değerlendiren Siyaset Bilimci Dr. Ahmet Murat Aytaç, yaşanan gelişmelerin arka planında var olan sistemin meşruiyet krizi nedeniyle yaşandığına dikkat çekti. Aytaç, yoksul halkın yaşadığı sorunlarına vurgu yaparak, bunun seçimlere indirgenemeyeceğini ifade etti.
İktidar blokunun Erdoğan ABD’den döndükten hemen sonra iç cephe tartışmasını açtı. Ardından da Bahçeli’nin konuşulan ve tartışılan adımları geldi. Kürt sorununun çözümüne dair bir beklenti yaratmak isteyen iktidar, Hakkari belediyesiyle başladığı kayyum siyasetine üçüncü kez yürürlüğü koydu. İstanbul Esenyurt Belediyesine atılan kayyımın yankıları sürerken iktidar Mardin Büyükşehir Belediyesi, Batman, Urfa Halfeti belediyelerine kayyım atadı.
Siyasetin sıcak gündemini Siyaset Bilimci Dr. Ahmet Murat Aytaç ile konuştuk. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında gerçekleştirilen dönüşüm “yerli ve milli” bir duruş temelinde tarif edilen bir ideolojik sentez aracılığıyla meşrulaştırıldığını anlatan Aytaç, 11 ili etkileyen 6 Şubat Maraş depremlerine devlet kurumlarının geç müdahalesini hatırlatan Aytaç, iktidarın ekonomi politikasını işarete ederek, “Sonuçta öyle bir rejim çıktı ki ortaya, başkan ve ekibinin kişisel inançları, bireysel ilişkileri veya ailevi bağlarının yansıması olan kimi öneriler “heterodoks iktisat” etiketiyle uygulandı ve ekonomi gerçekten de çöküş aşamasına geldi. Kanımca bu iki etmen mevcut hükümet sistemiyle ilgili anlatıyı ve bu anlatıya dayanan meşruiyet kurgusunu kırılgan ve meydan okunabilir hale getirdi” değerlendirmesinde bulundu.
İKTİDAR MEŞRUİYET KRİZİ YAŞIYOR
İktidar blokunun Erdoğan ABD’den döndükten hemen sonra iç cephe tartışmasını açtı. Ardından da Bahçeli’nin konuşulan ve tartışılan adımları geldi. Kürt sorununun çözümüne dair bir beklenti yaratmak isteyen iktidarın bu hamlesiyle neyi amaçlıyor?
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında gerçekleştirilen dönüşüm “yerli ve milli” bir duruş temelinde tarif edilen bir ideolojik sentez aracılığıyla meşrulaştırıldı. Böylesi bir duruş iç politikadan dış politikaya, ekonomiden kültüre her alanda Türkiye’yi esas almak, meselelere Türkiyeli bir bakış açısıyla yaklaşmayı anlatıyordu. Tabii bu ideolojik çerçevenin mimarı ve uygulayıcısı olarak Erdoğan, olağanüstü yetkilerle donatılmış ve eli güçlendirilmiş bir başkan olarak öne çıkarılıyordu. Yeni sistemin meşruiyeti kısmen Erdoğan’a atfedilen üstün liderlik güçlerinden kısmen de ecdattan miras kalan geleneksel kalıplardan hareketle inşa edilmeye çalışıldı. Ancak çok zaman geçmeden bu temelde inşa edilen meşruiyeti ilk baştan sanıldığı kadar güçlü olmadığı, zeminin aşınmaya başladığı görülmeye başlandı.
Mevcut sistemin temel vaatlerinden birini etkin bir devlet yönetimi ve bu çerçevede inşa edilecek müreffeh bir ekonomi modeli oluşturuyordu. Parlamenter sistemde istikrar ve etkinliği bir arada götürmenin mümkün olmadığı, Cumhurbaşkanı’nın arttırılmış yetkileriyle alınan hızlı kararların bu sorunu çözeceği söyleniyordu. Bu vaadin sınandığı en önemli deneyimlerden birini 6 Şubat’ta 11 ili etkileyen Maraş depreminde yaşadık. Deprem sonrasında devlet kurumları müdahalede geç kaldı. Hatta birkaç günlüğüne kaderine terkedilen şehirler oldu. Bu durum yaşanan felaketin çok büyük olduğu, dolayısıyla devlet kapasitesine aşan bir durumla karşı karşıya kalındığı argümanıyla açıklanmaya çalışıldı. Halbuki etkili karar almaya ve hızlı müdahalede bulunmaya en çok ihtiyaç duyulan anlar, tam da “asrın felaketi” gibi bir şeyin yaşandığı anlardır. Yani mevcut sistemin dayandığı en önemli argümanlardan biri en çok gerek duyulduğu zamanda hiçbir işe yaramamıştı.
Diğer bir önemli sınama da yerli ve milli oluşun bir gereği olarak sunulan ve “Türkiye modeli” adıyla uygulamaya konulan ekonomi politikaları üzerinden gerçekleşti. Ekonomik bağımsızlık, yanlış bir şekilde, ekonomi biliminin evrensel ilkelerine aykırı politikaların gerekçelendirilmesi içim kullanıldı. Sonuçta öyle bir rejim çıktı ki ortaya, başkan ve ekibinin kişisel inançları, bireysel ilişkileri veya ailevi bağlarının yansıması olan kimi öneriler “heterodoks iktisat” etiketiyle uygulandı ve ekonomi gerçekten de çöküş aşamasına geldi. Kanımca bu iki etmen mevcut hükümet sistemiyle ilgili anlatıyı ve bu anlatıya dayanan meşruiyet kurgusunu kırılgan ve meydan okunabilir hale getirdi.
‘KIRILGANLIK ORTAYA ÇIKTI’
Bahçeli eliyle attığı adımlar Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atanmasına kadar sürdürdü. Bu gelişme iktidarın Kürt sorunun yine bir “terörle mücadele” bağlamında ele almasının kırılgan hale gelen politikalarıyla bağlantısı nedir?
Ben “yumuşama” veya “normalleşme” adı altında başlatılan diyalog girişimlerinin temelinde sözünü ettiğim kırılganlığın belirleyici rol oynadığını düşünüyorum. Yaşanan politik başarısızlığın halkta yarattığı hoşnutsuzluk, bir yandan ekonomik popülizm diğer yandan güvenlikçi ve asayişçi bir beka söylemiyle belli bir müddet kontrol altında tutulabildi. Fakat hükümetin ekonomide duvara dayanması bu tür bir popülizmi imkânsız hale getirince, yerel seçimlerde AKP siyasi tarihi boyunca hiç yaşamadığı bir yenilgi aldı. Yani seçmenleri sert ve kutuplaştırıcı söylemlerle aşırı uçlara kanalize etme yönlü stratejisi çalışmamaya başladıkça Cumhur İttifakı içinde bütünleşmiş iktidar blokunun kırılganlığı ayan beyan ortaya çıktı. Bu nedenle mevcut sistemin giderek daha yüksek perdeden dillendirilecek olası bir meşruiyet krizinin eşiğinde durduğunu ve hükümetin bu türden girişimlerini açıklamakta bunun anahtar işlevi göreceğini düşünüyorum.
İktidar blokundan yapılan son çıkışlar bu meşruiyet kriziyle bağlantılı mı?
Hükumet kendine geniş tabanlı bir toplumsal uzlaşma zemininde yeni bir siyasi alan açma peşinde. Bunun da birkaç parametresi var: İlk olarak, iktidarın yeni bir anayasa yapma yönündeki güçlü arzusu akla geliyor. Defalarca değiştirilmiş olan 12 Eylül Anayasasını bir kez daha değiştirme talebini “sivil anayasa” argümanıyla açıklamak bana pek ikna edici görünmüyor. Anayasa, büyük oranda, mevcut sistemin olabildiğince geniş bir toplumsal tabana dayalı olarak yeniden meşrulaştırılması gereksiniminden ötürü iktidar için vazgeçilmez bir ihtiyaç halini almış durumda. İkinci olarak, “Türkiye ekseni” adıyla değişen dış politikadaki dinamikleri vurgulamak istiyorum. Türkiye’nin geleneksel “milli güvenlik rejimi” bölgesel düzeyde Yunanistan ve Ermenistan’ı hedef alan, dünya ölçeğindeyse Rusya’yı tehdit kabul eden Batı yanlısı bir eksende inşa edilmişti. Oysa “yerli ve milli güvenlik rejimi” dost ve düşman tarifini ABD ve İsrail üzerinden yeniden yapıyor ve bu politikanın uygulama zemini olarak da Ortadoğu’yu gösteriyor. Şimdi dört bölge ülkesinde eş zamanlı olarak öne çıkan bir sorun olarak Kürt sorunu, İsrail’in savaşı bölgeye yaymak için izlediği ısrarlı politikaların yarattığı konjonktürde, hükümet için yeni bir anlam kazanıyor. Kürt sorunuyla ilgili çıkışların Türkiye’de kartların yeniden karılmasıyla olan ilgisini bu çerçeve içinde düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hem anayasa değişikliği hem uluslararası ilişkilerde izlenen “Türkiye ekseni” politikası, mevcut sistemin içerdeki meşruiyetini tahkim edecek yeni bir siyaset alanı açma ihtiyacını temel öncelikler arasına sokuyor.
NORMALİ RESTORE ETMEK
İktidar bloku “iç cephe” söylemiyle birlikte Kürt sorunun çözümüne dair bir beklenti yaratarak yapmak istedi. Bununla neyi hedeflemiş olabilir?
İç cephe görünüşte kim Türkiyeli kim değil sorusuna yanıt bulmak, yani mevcut siyasi dağılım içerisinde yerli ve milli olmakla tarif edilmiş güçlerin kapsamını belirlemek adına ileri sürülmüş bir kavram. Bununla güya devletin ihtiyaçlarını öncelikli gören, milli menfaatler için çalışan güçler ile böyle olmayanları ayırt edecekler. Şimdi geliştirilen bu yaklaşımı 2013 ve 2015 arasında uygulanan çözüm süreci ile kıyaslarsak böylesi bir ayrımla varılmak istenen yeri daha net anlayabiliriz sanıyorum. O dönem Kürt sorununa başka bir perspektifle ve çözüm odaklı yaklaşılmıştı. Çünkü AKP kendisini Cumhuriyet’in birikmiş ve kördüğüm halini almış sorunlarını çözmeyi önüne koyan, bu yolla ülkeyi demokrasi ve insan haklarının evrensel standartları düzeyine çıkaracak bir güç olarak sunma eğilimi içindeydi. İktidar Roman Açılımı, Alevi Açılımı gibi değişik adlar altında, Türkiye’deki farklı kimlik gruplarını kapsayan genel bir “açılım” süreci başlatmış ve Kürt sorununu da bu sürecin en önemli belirleyeni olarak ele alıyordu. Bu bağlamda, çok da gizlemeye gerek duymadan, Kandil ile görüşmeler yapıyor, etkili bir siyaset yapabilmesi için İmralı’ya da alan açılıyordu. Şurası önemli: İktidar bugün yaşanan şeyin yeni bir çözüm süreci olmadığını özellikle vurguluyor. İsim konusu çok kesin bir şekilde netleşmiş olmasa da mevcut girişimlerin ruhunu “normalleşme” kavramıyla yakalayabileceğimizi sanıyorum. MHP sözcüleri, Bahçeli’nin çıkışlarını “normalin maliki” olarak kendilerini sunmakla ilgili olarak açıkladılar. Bu önemli bir fark bence. Normal ile kastedilen aşırı davranışlardan kaçınmak, sivri veya keskin politikaları törpülemek. Belki de CHP ile normalleşmeyi üslup ve söylem açısından yumuşamayla sınırlandıran girişimlere benzer bir şekilde, daha önce var olduğu düşünülen bir normale geri dönmekle sınırlı bir yaklaşım. Görebildiğim kadarıyla bir açılım vaat etmiyor, zaten bir Kürt sorunu olduğunu da kabul etmediği için “çözüm” de önermiyor. Bu vaatler normali restore etmekle kısıtlı, demokratik açıdan nispeten güdük bir perspektifi yansıtıyor.
Neden restorasyon ifadesini kullandınız?
Artık mevcut hukuk ve yasalar kapmasında bile aşırı görülebilecek, “normal” kabul edilemeyecek uygulamalarla karşı karşıyayız. Son dönemlerde Esenyurt ile birlikte dört belediyeye kayyım atanması gibi uygulamalara bakalım. Belediye meclisi, teorik olarak, kendi içinde birini belediye başkanı seçebilir. Böylesi yerel yönetimin evrensel ilkelerine ve demokratik işleyişe çok daha uygun olurdu. Oysa iktidar hiçbir hukuki karara dayanmadan, kolluk güçlerinin sağladığı bilgilere dayandırılmış bir idari tasarrufla kayyım atama yolunu seçiyor. İstisnai olması gereken bir idari uygulamayı adeta kurala dönüştürüyor. Diğer bir örnekse siyasi olarak çözülmesi beklenen meseleleri hukuki bir sorun haline getirip yargı marifetiyle çözmeye yönelmelerinde görülüyor. Selahattin Demirtaş davasına benzeyen mevzularda görüldüğü üzere yargı kararlarının Anayasa ve uluslararası hukuka uygunluğu bakımından sorunlu, bu bağlamda da normal kabul edilemeyecek bazı uygulamalar var. Ancak gerek son kayyım atamalarına gerekse Bahçeli’nin Edirne’yi bu sürecin dışında tutması böylesi aşırı uygulamaların törpülenmesinin bile henüz gündemde olmadığını gösteriyor. En azından şimdilik, geliştirilen önerilerin ülkenin demokrasi ve özgürlük ihtiyacını karşılamayacak nitelikte olmadığı izlenimini taşıyorum. Sanki CHP ile geliştirilene benzer şekilde, iktidar blokunun mevcut dengeleri içinde göreli bir konum değişikliği, küçük taviz veya jestlerle ilerleyen bir yumuşama söz konusu gibi.
Bu bağlamda Bahçeli’nin Öcalan çıkışı nasıl yorumlamak lazım?
Bahçeli’nin Öcalan çıkışı ilk bakışta çok şaşırtıcı görünmekle beraber, son tahlilde MHP’nin beklentileriyle taban tabana zıt da değil. Bahçeli’nin belli şartlar altında İmralı’yı bir aktör olarak tanımaya hazır olduğu anlaşılıyor. Bunun koşulu da örgütü kuran şahıs olarak hiçbir şart veya beklenti ileri sürmeden lağvettiğini açıklaması şeklinde ilan edildi. Bahçeli ve Erdoğan’ın onu takip eden açıklamaları seslendikleri tarafın gerçekliğini tam olarak yansıtmıyor olabilir. Tabii bu girişimlerin bir yanıyla, İmralı’nın böylesi bir olası süreçte ne ölçüde etkili olabileceğini sınama yönünde bir girişim olması da muhtemel. Kamuoyuna yansıyan son derece sınırlı bilgiler ışığında, bu haliyle atılan adımların Kürt seçmenleri geniş bir “iç cephe” tanımı içinde kapsamak ve mevcut sistemi yeniden meşrulaştıracak daha geniş bir uzlaşı zemini inşa etmekle sınırlı gözüktüğünü söyleyebiliriz.
TÜRKİYE EKSENİ NEDİR?
İktidar kanadından tehditler için hiç olmadığı kadar emperyalizm ifadesi kullanılıyor. Bir yandan da BRICS konuşmalarında olduğu gibi NATO müttefiki ve AB’ye tam üyelik isteyen bir ülke konumu hiç değişmedi deniyor. Gerçekten bir antiemperyalist bir tutumdan söz edebilir miyiz?
Gerçekten de emperyalizm eleştirisi iktidar retoriğinde en çok öne çıkan söylemlerden biri. Özellikle yerli ve milli duruş ideolojisiyle bir arada düşünüldüğünde iktidarın kavrama yönelik ilgisi elbette anlaşılır oluyor. 15 Temmuz sonrasında oluşan yeni iktidar bloku içerisinde ulusalcı solun katkısını en görünür olduğu konulardan biri bu. Tabiri caizse, sağ bir perspektifle geliştirilmiş yerli ve milli anlayışa küresel bir vizyon ve ekonomik bir derinlik katma arzusunu ifade ediyor. Fakat ben bu eleştirinin amacına uygun bir şekilde kullanıldığından çok emin değilim. Zira son tahlilde emperyalizm eleştirisi uluslararası ilişkiler sistemi içindeki eşitsiz ve hiyerarşik yapıyı ortadan kaldırma amacıyla ilgili bir konu. Dolayısıyla mevcut dünya sistemi içindeki bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmayı hedefliyor. Oysa iktidarın emperyalizm kavramı üzerinden yaptığı çıkışlar uluslararası sistemdeki bu hiyerarşinin kendisini hedef almıyor. Daha çok Türkiye’nin bu hiyerarşi içindeki yerini değiştirmeyi hedefliyor ve Türkiye’yi orta vadede bölgesel bir güç olarak yeniden konumlandırma amacına matuf. Yani güç ilişkilerini her toplumun yararına ilga eden bir düzenden çok Türkiye’nin daha güçlü olduğu ve Erdoğan’ın dünya lideri olarak tanındığı bir yapı yaratmak istiyor. Bu kendi içinde iyi veya kötü bir şey olabilir, ama anti-emperyalizm olduğunu söylemek zor.
Türkiye’nin bir yandan anti-emperyalist bir politika izleme iddiasındayken diğer yandan bu sistemi ayakta tutan tüm bağımlılık ilişkilerinin içinde konumlanmasının içerdiği çelişkiyi bu çerçevede anlayabiliriz sanıyorum. Mesela küresel savaş makinesi olan NATO’nun bir üyesi olarak devam etmekte hiçbir sorun yokmuş gibi davranılıyor. Hatta bu bir stratejik gereklilik, taktik bir avantaj gibi değerlendiriliyor. Öte yandan Türkiye’nin kapıları uluslararası sermaye hareketlerine ardın kadar açılmış durumda. Şu an uygulanan ekonomi politikalarının tüm başarısı sıcak para hareketlerinin akışlarına bağlı. Bu açıdan ülke gövdesine kadar ekonomik bağımlılık ilişkilerinin içine gömülmüş durumda. Yahut bir yandan NATO ve AB ile ilişkiler geliştirilirken diğer yandan başka alternatiflere sahip olabilmek adına BRICS gibi oluşumların içinde yer almak için çaba gösteriliyor. Yani hiçbir kampın içinde yer almıyormuş veya her kampın içinde yer alınıyormuş gibi bir hava var. Bu dış politika uygulamasına “Türkiye ekseni” adını veriyorlar.
Nedir bu Türkiye ekseni kavramı?
AKP’nin bir dönem geliştirdiği dış politikayı “eksen kayması” kavramıyla analiz eden uluslararası ilişkiler uzmanları vardı. Türkiye ekseni kavramıyla izlenen yolun bir eksen kayması değil yerli ve milli bir dış politika olduğu söylenmek isteniyor. Gerekirse silahlı kuvvet kullanımı da dahil, yumuşak ve sert güç kullanımını bir arada uygulanan, Osmanlı mirasının devrettiği kültürel ve siyasi sermayeyi kullanarak Anadolu’yu merkeze alan bir siyaset geliştirme iddiasını taşıyor. Oysa uygulamaya baktığımızda iki taraflı ilişkilerin ötesine geçemeyen, Çin’le Türkiye, Rusya’yla Türkiye, İsrail’le Türkiye gibi ilişkilerle sınırlı, uzun vadeli istikrar ve öngörülebilirlikten yoksun, uluslararası ilişkilerdeki dalgalanmaların etkisiyle savrulmalara açık bir dış politika söz konusu. Aslında gelişmelere yön veren bir yaklaşımdan çok, kendi kontrolünde olmayan gelişmelerin yönlendirdiği tepkisel bir dış politika izleniyor. Tutarlı bir hat yok. AKP’nin ilk gününden itibaren, Avrupa Birliği merkezli dış siyasetten bugüne kadar uzanan süreç içerisinde istikrar gösteren, sistematik bir yapı arz eden tek bir husus var: Erdoğan'ın dünya liderliği iddiası. O yüzden Türkiye ekseni adıyla yürütülen dış politikada da bir “dünya lideri” veya “büyük adam” olarak Tayyip Erdoğan imgesi “lider diplomasisi” etiketiyle göze çarpacak şekilde öne çıkarılıyor.
‘IMF BİR ZİHNİYETİN VÜCUT BULMUŞ HALİ’
Bir yandan IMF’yi ülkeden attık deniyor bir yandan IMF ile Mehmet Şimşek’in katıldığı toplantılar yapılıyor, çizdikleri ekonomi politikaları sürdürülüyor. Son örneği asgari ücret tartışmaları üzerinden yapılıyor. Bu bağlamda neler söylersiniz?
Aslında emperyalizm kavramından kullanılış biçimine kadar her şey ziyadesiyle sorunlu. Emperyalizm sonuçta belli bir bağımlılık sisteminin sonucu olarak ortaya çıkıyor ve bunun temelinde de sermaye bağımlılığı olduğunu belirtmiştim. Şu an Türkiye’de “ekonomik sıkılaşma” adı altında bir normalleştirici bir iktisat politikası uygulanıyor Sıkılaşma politikasıysa tümüyle uluslararası sermaye hareketlerinin Türkiye akışını sağlayacak, Türkiye'yi bunlar için çekim merkezi kılacak bir yaklaşıma dayanıyor. IMF sadece uluslararası bir kuruluş veya bir örgütten ibaret değil. IMF bir zihniyetin vücut bulmuş hali. Şu an Türkiye'de sıkılaşma adı altında uygulanan politikalara hiçbir IMF uzmanının itirazı olmaz, olamaz. Yani IMF programları uygulanacak olsaydı da bundan daha fazlası olmayacaktı. Aslında IMF günümüzde neoliberal iktisadi hegemonyanın simgesel ifadesi ve şu an Şimşek eliyle uygulanan iktisadi politikaların bu hegemonyayla çelişen hiçbir yanı yok.
Bugün uygulanan politikalardan ve önceden yaşanan süreçten de rahatlıkla anlaşılacağı üzere Türkiye’deki enflasyon ücretlerin basıncından çok kurlarla ilgili bir meseledir. Elbette ücretler enflasyonla ilişkilidir, ama güncel bağlamda ücretler talidir. Asıl mesele kur baskısıyla ilgilidir. Yani Türkiye modeli adıyla uygulanan para politikalarının etkisiyle kurların yükselmesi ve bunun fiyatlara yansıması enflasyondaki asıl belirleyici etmen. Şimdi bu meseleyi tekrar rayına durdurmak normalleştirmek için izledikleri politika mevcut küresel sistemi mantığı içerisinde bunun istekleri ve standartlarıyla uyumlu. Faiz borcunun yarattığı ağır yüküyse ücretleri bastırarak çözmek istiyorlar. İddiaya göre asgari ücret gerçekleşen değil hedeflenen enflasyona göre yapılıyor ki enflasyon için yeniden bir uyaran olmasın. Bunun iktisat biliminin bir gereği olduğu söyleniyor. Oysa bugünkü enflasyon ücret yanlı değil. Hükümetin uyguladığı yanlış ekonomi politikaların faturasını emeğiyle geçinen toplumsal kesimlere kesiliyor.
‘ERKEN SEÇİM OLACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM’
Yaşanan gelişmeler iktidarın iç ve dış politikadaki sıkışmışlığını aşmak, ekonomi politikalarını hayata geçirmek için baskıyı artıracağının işareti olarak değerlendiriliyor. Buna ne dersiniz, muhalefetin tutumu ne olmalı, CHP’nin sandığı işaret eden tutumu yeterli mi?
Seçim koşulları, seçmen eğilimleri ve mevcut bu sıkılaşma nedeniyle de izledikleri ekonomik politikaları nedeniyle ve yerel seçimlerde aldıkları yenilgiden sonra iktidarın erken seçim sürecini başlatacağını düşünmek gerçekçi değil. Bu yüzden erken seçim olacağını düşünmüyorum. Yine Kılıçdaroğlu'nun sineyi millet talebi de gerçekçi bir öneri değil. Bunlar gerçekten uygulanabilir politikalar değil. Peki buna rağmen neden bu söylemler geliştiriyor? Yerel seçim başarısının ardından, Türkiye’nin büyükşehirlerin çoğu CHP’li belediye başkanlarının yönetiminde. Bir nevi yerel yönetimde CHP iktidarda diyebiliriz. CHP’nin yaptığı mitinglerde “Geçim yoksa, seçim var” sloganı vardı. CHP’nin yönetimi de günümüz siyasetini “anketler kamuoyu araştırmaları” yoluyla, seçmen tabanına çekilen bu periyodik yoklamalar yoluyla geliştirilecek söylemler üzerine yürütüyorlar. Bununla da övünüyorlar. Mesela niçin erken seçim istemiyorsun denildiğinde ilk başlarda “anketlere göre kamuoyu bunu desteklemiyor” açıklamaları yapıyorlardı. Attıkları her adımı önceden yaptıkları bir anket üzerinden ifade ederek, açıklıyorlar.
Ben bu anlayışın politik olduğunu düşünmüyorum. Belli bir çizgisi olan, savunduğu belli bir politik hattı olan bir partinin izleyeceği yol bu değil. Bu yol yurttaşı sadece oy makinesi olarak gören bir anlayışı temsil ediyor. İşin ilginç tarafı, son dönemde yapılan anketler, hep anketlere güvenen ve buna göre pozisyon alan CHP yönetimin bugün seçim yapılsa kazanan parti olmayacağını gösteriyor. Aslında belirli bir siyasi çizgi olmadığı için, bir fikre dayanan ve belli bir vizyonu olan bir değişim yaşanmadığı için muhalefet bu durumda. Liderlik değişiminin CHP’de yarattığı rüzgar yavaş yavaş diniyor ve sanki taşlar yerine oturuyor gibi. Uzun vadeli, ideolojik bir temeli olan bir çizgi izlenmediği için parti günübirlik siyasi gelişmelerin etkisi altında şekilleniyor. Muhalefetin iç siyasetteki çizgisi, AKP’nin dış siyasetteki çizgisini andırıyor.
Halbuki muhalefet elindeki yerel yönetim iktidarını kullanarak alternatif siyasal katılım mekanizmaları geliştirebilir. Erken seçim kararı bugün dahi alınsa bir yıldan önce yapılması mümkün olmazdı. Halbuki yoksul halk kesimlerinin öncelikli ve ertelenemez problemleri var. Bunlar seçime indirgenemeyecek nitelikte problemler. Mevcut temsili demokratik sistemler yoksul halkın seçimle birlikte beş yılda bir politize edilmesi, onun dışında da kaderine terk edilmesi üzerine kurulu. Halbuki bu koşullar altında siyaset yapmak, toplumu siyasete dahil etmek gereklilik arz ediyor. Yani halkın her düzeyde siyaset yapması, her düzeyde hakkının savunması ve hak mücadelelerinin geliştirilmesi gerekiyor. Ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı, sosyal hakların geriletildiği böylesi bir dönemde sosyal hakların kazanılması, yeniden sağlanması için verilecek mücadelenin hayati bir önemi olduğuna inanıyorum.
ETKİ AJANLIĞI, BASKI OLUŞTURMAYA ELVERİŞLİ BİR YAPI
AKP’nin “etki ajanlığı” düzenlemesinin de yer aldığı torba yasa teklifi TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Söz konusu yasa basın için olduğu söylesene de ifade ve düşünce özgürlüğü bakımından da tehlikeli olduğuna dair de eleştiriler geldi. Bu durumda örneğin ekonomi politikalarına itiraz edenler için de “ekonominin toparlanmasından memnun olmayanlar”, “emperyalistlerin sözcüleri” gibi ifadeler kullanılıyor. Bu düzenlemeyle iktidar neyi amaçlanıyor?
AKP’nin “etki ajanlığı” düzenlemesini içeren torba yasa teklifi, TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edilerek Genel Kurul’a sunulma aşamasına gelmiştir. Bu düzenleme, Türk Ceza Kanunu’na eklenen yeni bir maddeyle, “devlet güvenliği veya iç ve dış siyasal yararlar aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler” için 3 ila 7 yıl arasında hapis cezası öngörmektedir. İktidar, bu düzenlemenin “yeni tip ajanlık” faaliyetleriyle mücadele amacı taşıdığını belirtmektedir. Ancak, muhalefet, basın meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, düzenlemenin içerdiği belirsiz ifadelerden ötürü basın özgürlüğü ile ifade hürriyetini tehdit ettiğini savunmaktadır. Özellikle tasarıda yer alan “iç ve dış siyasal yararlar aleyhine” gibi belirsiz ifadelerin özgürlüklere yönelik ciddi riskler içermektedir. Bu yolla sadece eleştirel gazeteciliğin değil, her türden muhalif görüşün de ajanlık kapsamında değerlendirilmesine yol açabilir. Yine ekonomi politikalarına yönelik eleştirilerin de “etki ajanlığı” kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışma açık hale geliyor. Örneğin, ekonomik gidişata dair olumsuz değerlendirmelerde bulunanların, “ekonominin toparlanmasından memnun olmayanlar” veya “emperyalistlerin sözcüleri” şeklinde nitelendirilmesi, eleştirel seslerin susturulmasının önünü açabilir. Her ne kadar devlet güvenliği ve ulusal çıkarları korumak temel amaç olarak ifade edilse de, düzenlemenin kapsamının belirsiz olması ve içerdiği muğlak ifadeleri nedeniyle basın özgürlüğü, ifade hürriyeti, eleştirel ve muhalif düşünce üzerinde baskı oluşturmaya elverişli bir yapısı olduğu kuşku götürmez.