Parçalanmış bir ailenin izinde, derkenara sığınanların hikayesi: "Unufak"
Rober Koptaş ile romanı "Unufak" üzerine konuştuk. Koptaş, "Temel motivasyonum, parçalanmış bir ailenin o hale nasıl geldiğini anlamaya çalışmaktı" diyor.
Rober Koptaş | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Şeyma AKCAN
İstanbul
Gazeteci ve yayıncı olarak tanınan Rober Koptaş, bu kez okuyucunun karşısına Eylül ayında İletişim Yayınları tarafından basılan ilk romanı Unufak adlı kitabıyla çıktı.
Devran ailesinin kuşaklar boyu yaşadıklarının o ailenin fertleri üzerindeki etkisini, büyük olayların, yoksulluğun, göçlerin küçük insanların ruhunda ne gibi izler bıraktığını ele alan romanı Unufak, sarsıcı bir metin. Rober Koptaş’la romanını konuştuk.
Unufak okuyucuyu sarsıyor ama bunu duygu manipülasyonuyla yapmıyor. Duygunun ötesinde anlattıklarıyla, meselesiyle, fikriyle, derdiyle öne çıkıyor. Bu konuda çok başarılı olduğunuzu düşündüm…
Teşekkür ederim. Geçmiş zaman, Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmi bütün Türkiye’yi ağlatırken Osman Akınhay Mesele dergisinde filmin duyguları maniple ettiğini, “Taş yürekli değiliz ya, tabii ki ağlayacağız!” sözleriyle eleştirip hikayedeki sorunları sıralamıştı. Duygularla oynamanın “tutma garantili” belli formülleri var, ardımızda koca bir melodramlar tarihi var nihayet, fakat benim derdim o değildi. Duygu tabii ki edebiyatın temel malzemesidir ama onları sindirmeniz, sağından solundan, üstünden, mümkün olan bütün taraflarından bakmanız, analitik bir çerçeveden değerlendirmeniz ve o gözle işlemeniz gerek. Böylece meselenin toplumsal, siyasal, kültürel ve psikolojik zeminini de vermiş olursunuz. Muradım birtakım ağır olayları arka arkaya sıralayarak insanları etkilemek değildi. Elbette türlü duygular uyandırmak istedim okurda ama o duyguyu fikirsel, tarihsel ve benzeri açılardan destekleyen, edebi olarak da taşıyacak bir formda vermeyi amaçladım. Eğer başarabildiysem kendimi mutlu hissederim.
Duygular biraz da böyle anlam kazanıyor sanırım. Duyguyu salt duygu olarak ele aldığınızda kendi başına bir karşılık bulamayabiliyor…
Bir duygu bir dizeyle, bir kareyle, bir renkle de en sanatsal şekilde ifade edilebilir elbette ama bununla yetinerek o duyguya dair bir duyuştan öteye gidebilir miyiz, emin değilim. Duygular kontrol edebildiğimiz şeyler değil ama onlarla ne yapacağımız iradi bir mesele. Roman gibi katmanlı bir yapı, duyguyu yaratan sebeplere ya da onun arkasında, ötesinde ne var diye bakmak için elverişli. Ben de sorular sorarak metindeki karakterlerin ruh ve duygu dünyalarını anlamaya çalıştım. Olup bitenler karşısında ne hissettiler, neden öyle hissettiler, başka türlü olabilir miydi, o hisler onların ruhsal yapılanmasında nasıl rol oynadı türünden sorulara verebildiğim cevapların hikâyeleştirilmesinin metni bu. Bunu duyguların ruhunu bildiğim cüretiyle yapmadım, manipülasyon o bilgiye yaslanır çünkü; o tür bir bilgiye sırt dönüp bilmediğim bir yolda el yordamıyla ilerlemeye çalıştım. O yüzden duygulanma kısmında kalmıyoruz, daha ötesine geçiyoruz diye umuyorum.
‘PARÇALANMIŞ BİR AİLEYİ ANLAMAK İSTEDİM’
Yazarken neler öğrendiniz, neler keşfettiniz? Bu yazma sürecinin sizin üzerinizdeki etkisi ne oldu?
Temel motivasyonum, parçalanmış, hayata tutunmakta zorlanmış, dağılmış bir ailenin o hale nasıl geldiğini anlamaya çalışmaktı. Parçalardan bir bütüne varabilir miyim, tek tek insanlardan bütün bir ailenin hikayesine ulaşabilir miyim diye yola çıktım. Bu arada evin dışındaki büyük olayların o haneyi nasıl etkilediğini de takip etmek, aralarında bir bağ da kurmak istedim. Kuşaklar arası acının, travmanın etkilerinin aktarımı nasıl oluyordu? Unufak’ta ailesinin bölüp pörçük bildiği hikayesini taşımakta zorlanan bir çocuk karakter var. Bende de, belki çocukça bir hevesle, ailemin yarım yamalak bildiğim hikayesini tamamlama ve bir şeyleri bir araya getirme arzusu vardı. Bu arayışın beni bütünleyen bir tarafı olduğunu düşünebiliriz. Edebiyatın sağaltıcı gücünden falan bahsetmiyorum illa, ama kurgusal bile olsa bir aile hikayesine sahip olmak benim için dünyadaki yerimi yurdumu bildiğim bir çapa olacaktı belki. Geçmişin bazı yüklerinden kurtulmak veya geçmişteki bazı olaylarla ve bazı kişilerle yüzleşmek, bazen de kendi karanlık yanlarımı görmek veya onlarla hesaplaşmak da işin bir parçasıydı. Arkeolojik bir iç kazı gibi kendi geçmişime ama ailemin de geçmişine gittim. Geçmişi artık sadece geçmiş kılmaya, bazı hayaletlerden kurtulmaya dönük bir arayışım vardı. Yazdım diye onların etkisinden kurtulmayacağımı biliyorum aslında. Belki biraz hafiflemiş olabilirim ve nihayetinde bunu yapabildiğim için de mutluyum.
BÜYÜK OLAYLARIN KÜÇÜK İNSANLAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Travmaların aktarımından bahsediyoruz ve bu metinde sadece anne ve babadan değil, birkaç nesil öncesinden geliyor. Toplumsal meselelerin insanların üzerinde yarattığı yıkıcı etkiden bahsediyor aynı zamanda Unufak. Bu sanki böyle değiştirilemez, psikolojik bir mirasmış gibi geliyor. Peki yüzleşme nasıl oluyor? Travma aktarılırken değiştirilemez mi, zincir kırılamaz mı?
Psikanalizle edebiyatın ilişkisi üzerine düşünüyor ve okuyorum mümkün mertebe. Unufak’ın psikanalitik bir yanı da var, bunu saklamaya gerek yok. Ama bazı psikoloji ya da psikoterapi yaklaşımları acıları, travmaları fazlasıyla bireyselleştirip, bizi atomlaşmış hallerimizle ele alıp, siyasal, tarihsel, kültürel, sınıfsal bağlardan ariymişiz gibi yapabiliyor. Ben ruhsal dinamikleri anlamaya önem versem de onları salt kendi üzerine kapanan içsel süreçlerden ibaret görmüyorum. Toplumsal mevzularla, ataerkiyle, azınlık-çoğunluk olmak halleriyle, tarihsel olaylarla kişisel-ailevi olanın kesişim noktalarını bulmaya, bunu da büyük olayların küçük insanların küçük dünyalarına nasıl yansıdığıyla paralel düşünerek ele almaya gayret ettim. Burada farklı disiplinlerden yardım aldım, psikanalitik olansa bana ruhsal süreçlerle ilgili bir bakış açısı ve çalışma yöntemi verdi.
Hakkıyla işlenmeyen duygular ya bastırılıyor ya da başka türlü dışa vuruluyor ama her halükarda sindirilmiyor. Sindirilmediği için de zamanla karın ağrısına sebep olabiliyor. Uzun vadede mutlaka bir yerlerden araz olarak uç veriyor ve elbette başka kuşaklara da devrediliyor. Bunlar çözümlenemediği zaman nihayetinde kuşaklar boyu devam edebilir hale geliyor. Bu bir kader mi? Bence Unufak bu aktarım meselesinin altını çizse de bunun bir kader olmadığını ima ediyor. Evet, bir şeyler hep aktarıla aktarıla geldi ama o travma dediğimiz şeyin mirasçısı gibi görünen birey, romandaki Artun, bundan sonra ne yapar, ne yaşar onu bilmiyoruz, orada kendi göbek bağını kendi kesmeye aday biri var. Yapabilecek mi bilmiyoruz ama var. Bu birey için olduğu kadar toplumlar için de böyle. İnkar ettiğiniz suçlar gün geliyor karşınıza yeni sorunlar çıkarıyor. Kaç kaç, nereye kadar? Eninde sonunda kendi kuyruğunu yiyen bir yılana dönüşüyorsun. Bunu kendimizden de, memleketimizin hallerinden de pekâlâ biliyoruz.
‘KARANLIĞIN NASIL OLUŞTUĞUNU ANLAMAK LAZIM’
Travma, acı gibi kavramlar çok olumsuz ve unutulması, aşılması gereken şeyler gibi anlatılıyor günümüzde. “Sadece kendini düşün, pozitif düşün, iyi hissetmek senin elinde” gibi söylemler epey alıcı buluyor. Bu romanda hafızasızlaştırma, ayrımcılık, şiddet, göçe zorlanma gibi sorunlar var. Bunları unutmamak, neyin niçin yaşandığını öğrenmek farkındalık oluşturması açısından önemli değil mi?
Çokça söylenir: Acı iyi bir öğretmendir, biz en çok acılarımızdan öğreniriz. Acı, zorluk, suçluluk, utanç bunların hepsi çok dönüştürücü, bazen dendiği gibi devrimci duygulardır. Tabii ki dönüşürseniz… İyiye doğru dönüşmek isterseniz, aksi yönde gitmek de mümkün çünkü… Romandaki bazı karakterlerdeki gibi. Bu anlamda bütün bu olumsuz deneyimler hayatımızın ayrılmaz bir parçası ve dediğiniz gibi, sahiplenmemiz gereken haller. Ancak kendi karanlığımızı, kendi gölgelerimizi bilirsek değişim, dönüşüm, hatta büyümek mümkün olur. Karanlığın toplumsal olarak nasıl oluştuğunu anlamak onunla mücadele etmek için elzem. Hem bireysel hem toplumsal düzlemde bunun farkında olmak buna karşı mücadele etme bilincine de sahip olmak anlamına geliyor.
‘YERSİZ YURTSUZLUK UNUFAK EDEBİLİYOR’
Romanda da birden fazla göç mevzusu var. Bazen bir umut bulmak amacıyla göç ediyor insanlar. Günümüz açısından nasıl bakıyorsunuz bu meseleye?
Romandaki Devran ailesi yüzyıllardır kendilerini bildikleri yerden, artık başka seçenekleri kalmadığı için, tutunacak son bir dal olarak gelecek İstanbul’a. Sonra bu göçün onları tespih taneleri gibi dağıtan başka göçlerle genişleyeceğini göreceğiz. Göç insan hayatında en ağır deneyimlerden biri; ölüm gibi, ayrılık gibi, savaş gibi. Yaşadığı yere yabancılaşmayı, oradan kopacak hale gelmeyi deneyimliyor insan. Yersiz yurtsuzluk, belki birkaç kuşağın hayatının heba olduğu, birkaç kuşağın paramparça ve unufak olduğu sonuçlara yol açabiliyor. Gelecek kuşakların geçmişle bağı kopabiliyor, bunun ne tür sonuçları olduğunu ise idrak edebiliyor muyuz, emin değilim. Öte yandan, dünya bugün bu anlamda fokur fokur kaynıyor. Değerler sisteminin darmadağın olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Batı’nın göçmen karşıtlığının, kendi yarattığı sorunların sonuçlarıyla yüzleşmemek için ördüğü duvarların, pasaport, vize sisteminin ne kadar biz insanlar aleyhine işlediğini görüyoruz. Dünyanın tüm insanlar ve diğer canlılar için olduğunu unutmayan, sınırları ortadan kaldırmaya, en azından onları daha geçirgen kılmaya dönük mücadelelere ve dayanışmaya yürekten inanıyorum her zaman.
Göç etmenin, bu anlamda parçalanmışlığın vs. olumlu bir yanı var mı sizce?
İnsan türünün en güçlü yönlerinden biri adaptasyon yeteneği. Roman her ne kadar parçalanmışlıktan, kaybetmenin adeta döngüsel bir hal almasından, nihayetinde unufak olmaktan bahsediyor olsa da, biraz daha yakından bakınca aşağı yukarı her karakter kendince bir çaba, bir direniş gösteriyor. Bu bazen göçle, bazen birini ya da bir yeri terk etmekle, bazen işi deliliğe vurmakla, bazen yasanın ve toplumun dışına, derkenara sığınmakla oluyor. Herkes öyle veya böyle hayata asılmaya çalışıyor. Bu da bir güç. Kimse kendini aslında karanlığa öyle kolayına teslim etmiyor ama iyiye varmak için o kadarı yetmiyor, belli yol ve yordamları da yaratabilmek gerekiyor.
‘KARAKTERLERE SORULAR SORDUM’
Romanda farklı kuşaklardan, cinsiyetlerden insanların hikayesini kendi ağzından duyuyoruz. Onların hissettiklerini, yaşadıklarını kendi ağızlarından anlatmak zor bir şey olsa gerek. Bunu nasıl yaptınız?
Hayalimde onlara sorular sorup ne dediklerini dinledim. Bazen iki yetişkin gibi, bazen de onlar bir odada oturup sohbet ediyor, bense küçük bir çocukmuşum ve yerde halının üstünde oyun oynarken onlara kulak kabartıyormuşum gibi… Parçalı anlatım ve kurgu, karakterlerin hikayelerini kendi ağızlarından anlatmaları bu hayali sohbetlerin sonucunda çıktı. Baş karakter Kevork'u anlatmak için etrafındaki karakterleri de duymamız gerektiğini fark ettim bir noktada. Ya da belki benim onları duymaya, onların hissettiklerini hissetmeye ihtiyacım vardı. Önce biraz dirensem de sonra o seslere boyun eğdim. Zaten metin benim için ondan sonra açıldı ve daha akıcı bir hal aldı. Düşününce, parçalanmışlık üzerine kurduğum hikayenin parçalı bir şekilde anlatılmasının da eşyanın tabiatına uygun olduğunu idrak ettim ve sevdim bunu açıkçası.
Yazarken karakterlere soru sorduğunu söylüyorsunuz. Peki gerçek insanlara sorduğunuz şeyler oldu mu?
Sadece anneme. O bizim bölük pörçük aile hikâyemizin ana taşıyıcısı olduğu için. Merak ettiğim bazı insanları çoğunlukla o tanıdığı için. Kendisi de bir özne olarak benim anlattığım dönemlerin bir kısmını yaşadığı için. Bazı yaşanmışlıkları ona sordum. Sonra üzerine bir sürü şey ekledim, çıkardım, bozdum, oynadım onlarla. Kitabı okurken bazı olaylar için “Bu böyle olmamıştı ama!” diyor, ben de “Ben öyle hayal ettim” diye cevaplıyorum. Buna saygı duyması hoşuma gidiyor, romanın öyle bir dokunulmazlığı var gözünde. Hafıza ilginç işliyor, bazı olayları o hatırlamıyor ama metinde görünce “Sen o zaman yoktun ama benden iyi biliyorsun” diye gülüyor. Halbuki bahsettiği olayı ben hayal etmiş oluyorum, gerçekte yaşanmış olmayabiliyor. Çocukluğumdan beri annemin anlattıklarına kulağım çok dolu, bazı kısımları yazarken ona sormama gerek bile yoktu, sesi hep kulağımdaydı. Zaten iyi de anlatıcıdır, en ağır hatıraları bile tatlılıkla anlatır. Ben yazarken pek tatlılık peşinde değildim ama umarım o iyi anlatıcılığın birazı bana da geçmiştir.