Dolmuş çırakları
Görsel: Midjourney/Fırat Turgut/Evrensel
Çok daha ağır koşullarda, eli yüzü kan ter içinde, yaşamaktan bıktıran işlerde çalışan çocuklar olmasına karşın çocuk işçiler denince aklıma nedense 1970’li, 1980’li yıllardaki “minibüs çırakları” gelir, yoksa “dolmuş çırakları” mıydı? “Muavin” de denirdi onlara. Sekiz dokuz yaşında olanı da vardı, on bir-on iki yaşında olanı da. Acar tiplerdi; yırtıcı, lafını sözünü esirgemeyen, argoya hakim, yerine göre nazik ve kibar, hesabı kitabı ve el çabukluğunu bilen çocuklardı onlar çok erken büyümüş. Yolcu indirip bindirirken veya durakta birkaç dakikalığına beklenirken geçecekleri güzergahtaki durakları incecik sesleriyle bir anda bağıra bağıra sıralarlardı. Minibüs hareket ederken içerideki sabit bir tutamaktan ve kapıdan tutunarak bir süre araçla birlikte koşturup araba hızını alınca birden araca binmek de bir racondu o zamanlar; bunu da başarırdı o çocuklar. Kapı açma ve kapama onların işi olduğundan yolcu indirmek için araba iyice yavaşladığında kapıyı açarak yola atlar, arabayla pati pati bir süre koşar, yolcuyu indirir, bu sürede geçilecek durakları hızlı hızlı sayar, -varsa- “ördek” bindirilir ve yola devam edilirdi. Dolmuşları, ana duraklarında sıra beklerken, “usta”ları kahvehanede “al papazı, ver kızı” diye diye kağıtları yeşil çuhalı masalara çarparken onlar içeriyi bir iyice süpürdükten sonra, ellerine aldıkları bezle arabanın, özellikle dikiz aynaları başta olmak üzere her karışını ova ova siler, parlatır, işlerini bitirince de bir köşede “oralet”lerini yudumlayıp sefer sırasını beklerlerdi usturupluca oturdukları sandalyelerde. Kendi aralarında, kendi üsluplarıyla sohbet de ederlerdi elbette. Her birinin kendi ustasının ne kadar usta şoför olduğunu öne çıkaran abartılı manevraları anlatıp bir gün kendilerinin o koltuğa geçtiklerini de hayal etmediklerini söyleyemeyiz sanırım. Şöyle yan oturacaklar koltuğa, dikiz aynasından kendilerine bir “klark çekip” (O zaman bıyıkları da olacaktı), dönemin en pahalı sigaralarından olan “Maltepe” veya “Samsun”u dudaklarının arasına yerleştirirken kontağı çevirip havalı kornaya birkaç kez basacak ve kendi çıraklarına “Hadi oğlum, gidelim” diyeceklerdi.
Niçin çoğunlukla çocuktu bu dolmuş çırakları? Ucuz iş gücü olmalarının yanında sanırım o zamanlardaki minibüsler alçak tavanlı ve küçük oldukları için. Büyük, hele hele kilolu çırak hiç olmaz, aracın hacmi meselesi. Ayaktaki yetişkin yolcuların tümünün çeneleri göğsünde, sırtları tavanda olmasına rağmen çıraklar dimdik durabilmektedir dolmuşun içinde; rahatça hareket edebilmekte, yolcu ücretlerini kapı önünden arka koltuklara kadar ayaktakileri fazla rahatsız etmeden bir kedi çevikliğiyle geçerek toplayabilmektedirler çünkü. Kimdi bu günümüzde emekli olmuşsa bile yine direksiyondan uzak kalamayan o dönemin çocuk işçileri? Elbette bir dolmuş hattında aracı olan veya orada şoför olarak çalışan kişilerin kendi çocukları veya akrabalarının ya da yakınlarının çocukları; eti senin kemiği benim denilerek bir altın bileziğe sahip olunması istenen çocuklar. O dönemki “ustaların” da iyisi var sevgiyle yaklaşan, çırakların dayakla eğitileceğini sanan asık suratlılar da; her meslekte olduğu gibi.
Köyde ekmeksiz kalıp şehre kol güçlerini satmak için binbir umutla gelenlerin oluşturduğu banliyöleri en iyi anlatan yazarlarımızdan Orhan Kemal’in ders kitaplarına da girmiş hikayelerinden biri olan “Harika Çocuk” denk gelince bir yerlerde, aklıma “dolmuş çırakları” geldi. Belki de emsallerimin büyüyünce pilot, astronot olacaklarını söyledikleri o çağlarda benim hayal gücüm dolmuş çıraklığını ve daha da ötesi şoförlüğü aşamıyordu sanırım. Düşünsenize bir dönem yaşadığım 4 bin nüfuslu bir ilçede, bir tane burunlu bir otobüs, bir tane ha bire cızt cızt diye ses çıkararak ilerleyen burunlu bir kamyon, bir portakal renkli Anadol ve de jandarmanın bir Fargo’su vardı ve onlara binmeyi hayal etmek bile büyük bir olaydı biz çocuklar için. Böylesi bir ortamda elbette ayağının biri minibüsten inmeyen bir çırak hayallerimizin de kahramanıydı. Ve o kahramanların da duyguları, düşünceleri, gelecek beklentileri, bir hayatı vardı elbette “Harika Çocuk” gibi. Yıllar sonra anladım her insanın uçsuz bucaksız bir evren olduğunu.
Orhan Kemal’in ilk basımı 1954 yılında yapılan Grev adlı kitabında yer alır “Harika Çocuk” hikayesi. Niçin harikadır on iki yaşındaki torna tesviye işçisi -hatta ustası- çocuk? Üstat, çocuk işçiliği savunduğu için değil elbette. Yaşından öte bir görgüye sahip olduğundan, aklını kullandığından, kendinden küçük iki kardeşinin sorumluluğunu üstlendiğinden, görev bilincinden, hayallerinin olmasından, birkaç kitap okuduğu için dünyayı sorgulamasından, bir daha okula dönemeyeceği gerçeğini kavramış olmasından ötürü yazarımız realist terimi anlamında harika demiş olabilir mi 12 yaşındaki çocuğa, sempatisini ve hayranlığını da katarak?
Anlatıcı yazar gittiği iş hanında arkadaşını bulamayınca peynir ekmek, domates yediği yerden seslenir Harika Çocuk:
— Matbaacı abiyi mi aradınız?
— Evet.
— Az evvel kâat kestirmeye gitti. Gelecek.
Yanındaki boş bir tahta sandığı ters çevirip ikram etti:
— Buyurun, oturun!
Öyle tatlı bakıyordu ki oturdum. Ekmeğini bölerek uzattı. Aç olmadığımı söyledim.
— Yoksa ellerim kirli diye mi?
Söyleşi böyle başlar. O küçük dev adamı neredeyse anlatımların olmadığı, diyalog tekniği ile okuyucuya tanıtır usta yazar. Onun çırak değil de torna tesviye yapan biri olduğunu öğrenince şaşırır kalır. Küçük dev adam on iki yaşını bitirmek üzere olduğunu gururla söyler, sanki on sekizine basıyordur. Sonra öğrenim hayatından söz ederler, “ilkin dördüne” kadar okumuştur. Büyük bir heyecanla kaptan olmak istediğini söyler; büyük denizlerde, dalgalı, korkunç denizlerde dolaşmak, Avrupa’ya, Amerika’ya gitmek hayalleri arasındadır… Sonra New York limanındaki Hürriyet Heykeli… “Boyu kaç metre onun? Büyük mü?” / “Bilmem!”
Derken Robinson Crusoe… Cebindeki bilyeler, hafta sonu sinema… Ama maçı daha çok seviyormuş… Sonra kardeşlerinin bakımı, babasının haftalığının bir kısmını ustasından aldığı kuşkusu, işe gidiş gelişi, boyunun hiç uzamayacağı, cüce kalacağı endişesi filan derken anlatıcı yazar sorar:
— Peki, ne olacak bunun sonu?
— Ne gibi amıca?
— Meselâ, bir imkân çıksa karşına. Tekrardan okula girip, sonunda da kaptan olmak ister miydin?
İlkin gözleri sevinçle parladı. Sonra sönükleşerek bir noktaya takıldı kaldı.
Hayaller geçmişte kalmıştır artık. Şimdi hayatın gerçekleri vardır:
(…) makine şakırtıları yüklü sıcak koridorun kirli aydınlığında iri yarı biri belirdi:
— Ayhan!
Onun da üstü başı, eli yüzü kir pas içindeydi. Çocuk sandıktan fırladı.
— Hâlâ karnını doyurmadın mı?
— Doyurdum.
— Doyurduysan, git de o borulara diş aç!
— Peki usta...
- Sermaye karşısında direnen emekçilerin romanı: Çıkrıklar Durunca 10 Aralık 2024 04:15
- “Solculuk / zor yolculuk”: İhsan Yılmazşamlı 03 Aralık 2024 04:30
- Erol Toy’un ‘İmparator’u ve ‘Arçelik’ 26 Kasım 2024 04:46
- Tarladan çıkıp madene inenlerin hikayesi 22 Ekim 2024 04:56
- Narin artık dönmeyecek 09 Ekim 2024 04:15
- Refik Halit’in ‘Fotika’ ve ‘Hasip Efendi’si 24 Eylül 2024 04:43