13 Kasım 2024 16:50

Milliyetçi bir kadın hareketi mümkün mü?

Ziya Gökalp, Türkler'e "en feminist" nesil der, harem vb. örnekler aksini gösterirken kadınların yalnızca bir ulus kimliğiyle eşit ve özgür bir yaşamı kazanması mümkün olabilir mi?

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Damla DURLU

Boğaziçi Üniversitesi

 

Türkiye’nin her tarafında kadınlar eşit, özgür ve güvenli bir yaşam için mücadele ederken her alanda olduğu gibi burada da saldırılar ve engellemeler gecikmedi. ODTÜ’deki kadın duvarında yazan “jin, jiyan, azadî” sloganı 29 Ekim yürüyüşü adı altında toplanan milliyetçi gruplar tarafından silindi, kampüslerde yine aynı slogan hedef gösterildi. Mülkiye’de kadınlar faşist gruplar tarafından fiziksel saldırıya uğradı. Boğaziçi’nde eylemlere katılan birçok kadının sosyal medyadan bilgileri paylaşıldı. Kampüslerde eylemleri hedef gösteren milliyetçi grupların ağzından en çok çıkan söz eylemlerin amacının kadın cinayetlerine yönelik değil bölücülük olduğuydu.

İktidar ortağı MHP’nin çekirdek aileyi ve kadının evlere hapsedilmesini öğütleyen “Aile Kurumu Çalıştayı” gibi örnekler halihazırda mevcut. Bu doğrultuda ülkücü hareketin üniversitelerdeki birer uzantıları olan ve “Türk Araştırmaları”, “Türkoloji” gibi isimlerle örgütlenen topluluklar, kadın eylemlerine bölücülük ve terör yaftası yapıştırmaya çalışırken kendi içlerinde yerli ve milli bir kadın hareketinin varlığına ilişkin söz üretmekten de geri durmadılar. Örneğin, Boğaziçi’nde Türk Araştırmaları Topluluğu “Milliyetçilik ve Feminizm” başlıklı bir etkinlik düzenlendi. Üniversitelerde bu gruplar tarafından kadın cinayetlerine dair paylaşım yapılacaksa mutlaka “Türk kadını” vurgusu yapıldı. Her ne kadar son dönemde şiddetlenmiş olsa da kadın mücadelesinin karakterine dair tartışmalar yeni değil. Biz de bu yazıda milliyetçi ideolojinin cinsiyetini ortaya koyup kadın mücadelesinin karakterine dair bir tartışma hattı çizeceğiz.

Başlangıç olarak tarihsel materyalizmde ulusun nasıl tanımlandığına bakalım. Materyalist tarih anlayışında ulus, istikrarlı bir insan topluluğunun paylaştığı ortak dil, ortak toprak, ortak kültür gibi temel tanımlayıcı unsurlardan oluşuyor. Bir ulusun oluşabilmesi için tarihsel olarak bazı iktisadi koşulların oluşmuş olması gerekir. Stalin ulusla ilgili, “Belirli bir çağa, kapitalizmin yükseliş çağına ait bir kategoridir. Feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişim süreci, aynı zamanda insanların ulus olarak örgütlenme sürecidir.” demiştir.

MİLLİYETÇİ FEMİNİZM: BİR OKSİMORON

Tarihsel materyalizmin aksine burjuva anlatılardaysa ulus, tarih üstü bir karakterde ifade edilir. Çeşitli efsaneler öne çıkarılır ve bilimsellikten uzak bir resmi tarih anlatısı oluşturulur. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi buna örnektir. Bu anlatılar oluşturulurken Türk ulusuyla ilgili “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum” tablosu güçlendirilmeye çalışılır. Ziya Gökalp, eski Türklerin “dünyanın en demokrat kavmi” ve “en feminist nesli” olduğunu iddia eder. Oysa ki Türkler, Osmanlı’daki haremler örneğinden açıkça görülebileceği gibi, kadınları sosyal ve iktisadi olarak toplumdan soyutlayan feodal üretim biçiminden azade bir kavim değildir.

Özellikle cumhuriyetin kurucu ideolojisine baktığımızda milli aidiyetin kan bağı ile ilişkilendirildiği görülür, “damarlardaki asil kanda” sözü milletin kudreti ve üstünlüğünü ifade etmek için kurulur. Milletin kurucusu ve ırkın koruyucusu ise erkektir. Kadınlaraysa bu milletin biyolojik üreticisi olmak düşer. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlar toplumsal hayata girmeye teşvik edilirken oy hakkının tanınmaması, buna örnek olarak gösterilebilir. Yani, her ne kadar “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dense de kadınların belli bir süre “millet” ve “egemen olma” durumundan dışlandığı bir gerçeklik söz konusudur. Milliyetçiliğin cinsiyetçi karakteri en belirgin şekilde “vatan”ın edilgen kadınlık özellikleriyle tasvir edilmesinde kendini gösterir. Sınırları belli bu toprak parçası anne olarak simgeleştirilir. Ulus ise bu toprak parçasında egemen olana denir ve erkektir. Vatanın savunulması da bir erkeklik meselesi olarak tekrardan erkeğin sorumluluğundadır. Vatanla kadın/kadın bedeni arasındaki ilişki sosyal olarak kadınlara atfedilen namus kavramıyla vatanın sınırını sembolleştiren “hudut namustur” sözünde kendini gösterir. Milliyetçiliğin cinsiyetçi karakterinin militarizmde de yansımalarını görmek mümkündür. Şehitliğin Türk erkeği için erişilebilecek en yüksek mertebe olduğu anlatılır. Askerlik erkeklerin paylaştığı kitlesel bir ayin gibi kurgulanır. Kadınlar ise bu alandan dışlanır, onlara vatan için şehit olacak askerler doğurmak düşer.

MİLLİYETÇİLİK VE CİNSİYETÇİLİK BİRBİRİNİ YENİDEN ÜRETİYOR

Artık günümüze geri dönebiliriz. Bütün bu anlattıklarımızı günümüzde somutlaştırmak için ODTÜ kadın duvarı iyi bir örnektir. “Biz kadınlar barışta ısrarcıyız ancak yasaklarla savaşacağız” sözüyle “jin, jiyan, azadî” sloganının yazdığı duvarın ekim ayında birçok kez milliyetçi grupların saldırısına uğradığını yazının başında söylemiştik. Burada belki de en çarpıcı nokta bu saldırının kaydedildiği bir videoda “6284’ü uygula” yazan bir pankart yırtılıyor ve yerine “Türk asildir” yazan başka bir pankart asılıyor, “jin, jiyan, azadî” sloganının üstü kapatılıyor. Aynı grup duvar önünde “her Türk asker doğar” sloganını da atıyor. Milliyetçilerin hayali iç düşmanlar yarattığı, sloganları ve eylemleri kriminalize etmenin peşinde oldukları ve ataerki anlatılarını nasıl empoze ettikleri daha da berraklaşıyor. Milliyetçilik ve cinsiyetçilik birbirlerine muhtaç, kendi devamlılıkları için birbirlerini yeniden üreten kavramlar.

Yazının sonuna geldiğimizdeyse “Nasıl bir kadın mücadelesi?​” sorusunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor aslında: Coğrafyalar, diller, dinler, milletler üstü; yani enternasyonel!

ÖNCEKİ HABER

Antalya’ya çalışmak için gelen İranlı 3 kardeş evlerinde ölü bulundu

SONRAKİ HABER

5 yaşındaki çocuklara 1 yaşındaki çocukları emanet etmek zorunda bırakan düzen

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa