The Substance üzerine: Güzellik uğruna tükenmek
Sembolizmiyle öne çıkan filmde güzellik, kibir ve baskı konularında her zaman ince bir denge var.
Öykü DİNÇTÜRK
Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema Topluluğu üyesi
Coralie Fargeat’ın The Substance adlı filmi, kadınların toplumsal yapılar içinde karşılaştığı şiddet, baskılar ve dayatmalara karşı geliştirdiği direncin bir yansımasıdır. Film, kadınların özgürlüğünü ve kimliklerini bulma yolundaki mücadelesini, toplumsal cinsiyetin dayattığı sınırlamalara karşı güçlü bir şekilde anlatır. Bu anlatı, izleyiciyi, toplumsal cinsiyet normlarını, kadın bedeni üzerindeki kontrolü ve toplumsal eşitsizlikleri sorgulamaya davet eder. Fargeat’ın yönetmenlik dili hem estetik hem de tematik anlamda kadınların güçlü ve çok boyutlu varoluşlarını ortaya koyar.
Bu film adeta kadınların kendilerine karşı duyduğu nefreti konu alan, son derece çılgın, durdurulamaz ve coşkulu bir peri masalı. Bu film, toplumun binlerce yıldır kadınlar üzerinde dayattığı acımasız güzellik standartlarını yıkmak için hiçbir şeyden çekinmiyor—ve kastettiğim hiçbir şeyden! The Substance, vücudu aşırı derecede iğrenç bir şekilde tahrip eden bir beden korkusu aracılığıyla, The Fly ya da Akira’nın son dakikalarındaki çarpıcı korku unsurlarını andıran bir deneyim sunuyor.
Revenge adlı filmle toksik masküliniteyi doğrudan ve sert bir şekilde hedef alan yönetmenin bu Cannes onaylı devam filmi, dikkatini bu kez içsel bir hedefe yönlendiriyor. Fargeat, kırk yaşlarında bir kadın olarak yıllarca hissedilen anlamsızlık ve gençliğine karşı duyduğu öfkenin üzerini açıyor. Fargeat'ın delice deneyi, hem Freaky Friday'i (Çılgın Cuma), hem All About Eve'yi (Perde Açılıyor), hem de Andrzej Żuławski'nin Possession (Saplantı) filmini andırıyor; çocukların anlayabileceği kadar basit, ama yetişkinlerin midesini bulandıracak kadar iğrenç. Bu film, izleyicinin midesinin dayanabilmesi durumunda, yılın en rahatsız edici ama eğlenceli sinema deneyimini vaat ediyor. Özellikle Hollywood yıldızlarının genellikle belli bir yaşa geldiklerinde ve seçenekleri tükenmeye başladığında verebildiği türden bir performansla ilerleyen bu yapım, sınırları zorlayarak izleyicisine unutulmaz bir deneyim sunuyor.
İlk 30 dakikadan itibaren, herhangi bir inceleme yapma niyetinde olmadığını, baştan sona provokatif bir yapım olduğunu açıkça belli etmeye çalışıyor. Groteskliği artarak devam eden David Cronenberg tarzı tüyler ürpertici bedensel korku, son derece satirik anlarla dolu şekilde devam ediyor. Bu unsurlar herkese hitap etmese de dışarıdan bakıldığında parlak, içsel olarak ise sapkın bir hikâye – müthiş bir ikilik. Çok eğlenceli ama odak noktasını asla kaybetmiyor; keşfedilen temalar ne kadar yeni olursa olsun, ki pek de yeni sayılmazlar, iyi bir şekilde işleniyor.
Kameralar, kırışıklıkları, patlayan kan damarlarını, sarkan göğüsleri, nasırlı elleri ve dizleri, eğilmiş omurgaları, varisleri süzüp, izleyiciden çığlık atmasını istemiştir. Elisabeth’in yaşlı bedeni, gürültülü Midnight Madness izleyicisine gösterildiğinde ve onlardan korkmaları istendiğinde, ben de büyük bir üzüntüyle kendi bedenimi düşündüm, ona karşı duyduğum korkuları hissettim. The Substance, tam anlamıyla heyecan verici bir film ve vücut korkusu türüne hoş bir katkı sağlıyor. Ancak, empatinin ihtiyaç duyulduğu anları görsellik için değiştirdiğinde, vermek istediği son derece önemli mesajla çelişme riski taşıyor.
VÜCUT KORKUSU VE GÜZELLİK ALGISI
Film, vücut korkusu türündeki inanılmaz kullanımı sayesinde, kadınlar arasında içsel hesaplaşmayı görselleştiriyor. Bu hesaplaşmayı Demi Moore, filmin Kuzey Amerika ilk gösteriminin ardından düzenlenen soru-cevap kısmında, "kendine karşı içselleştirilmiş şiddet" olarak tanımlıyor. Film yaşlanan bir aerobik yıldızı olan Elisabeth Sparkle’ı anlatıyor. Elisabeth, kendisine daha genç bir versiyonunu yaratma imkânı sunan bir ilaçla karşı karşıya kalıyor; ilacın hazinesi genç kadın, Sue.
Doğrudan kadının güzellik uğruna kendini tüketen arayışına ve “güzellik uğruna acı çekme” anlayışına saldıran film, zamanın durdurulmaya çalışılmasının zavallı çabalarını sergiliyor. Elisabeth ve Sue, farklı kuşaklardan gelmelerine, farklı bedensel yapıları ve değerleri olmalarına rağmen, her ikisi de kendilerine büyük bir tehlike oluşturacak şekilde güzellik peşinde koşuyorlar. Sue, kendi bedeninde kalmak zorunda. Elisabeth ise kendi bedeninden vazgeçiyor. Ardında, benlik üzerinde dönen döngüsel bir yıkım süreci başlıyor, bu süreç iki kadının da tamamen yok olmasına ve izleyenin korku duymasına yol açıyor.
En güçlü sahnelerinden bir tanesinde Elisabeth, Sue’yu banyoya kilitleyip, artık bozulan bedeniyle bir randevuya çıkmaya karar veriyor. Onu izlerken, eve çıkmaya çalıştığı her an gerilim ve hayal kırıklığı içinde, sürekli olarak aynaya dönüp görünümünü sorguluyor. Bu süreçte tamamen çözülüp, Sue’yu yeniden hayata döndürüyor ve kendisini tehlikeye atıyor. Bu an, izleyiciyi Elisabeth ile empati kurmaya davet ediyor. Herhangi bir kadın, banyodan çıkıp, içeri girmeden önceki halinden daha kötü hissediyorsa, bu durumu anlayacaktır, ona destek olacaktır. Ancak filmin sonunda, etkileyici bir şekilde tamamlanan ve daha önceki eksikliklerini telafi eden bir şekilde, Elisabeth’e gülmeye başlıyoruz. Korku türünün gelenekleri aracılığıyla, izleyici daha çok Elisabeth’in hızla yaşlanan ve biçimsizleşen bedenine empati yapmaktan ziyade ondan kaçmaya davet ediliyor.
Filmi sorgulatan şey, bu korkunun nereden geldiği ve onunla ne yapılması gerektiği. Toplumda “yaşlanmak” artık merkezi bir konu haline gelmişken, kadınlar uyumadan önce ağızlarını bantlayıp, kırışıklıkları engellemek için özelleştirilmiş pipetleri kullanırken her zamankinden daha fazla, kaçınılmaz şekilde yaşlanan kadın, bedeni görünmez hale gelmiş gibi hissediyor.
Az diyaloglu ve neredeyse anime tarzında bir montajla keskin bir şekilde ilerleyen film, hızla ilerleyen kesitler ve montajlarla şekilleniyor, ancak ikinci perdenin sonunda karakterler hakkında yeni bir şey öğrenmemiş olduğumuz için film tekrar etmeye başlıyor. Sembolizmiyle öne çıkan filmde güzellik, kibir ve baskı konularında her zaman ince bir denge var. Kendimize olan takıntımız, birinci dünyadaki tüketim kültürünün ya da ataerkinin acımasız standartlarının bir sonucu mu? Kadınlar, narsisizm nedeniyle utandırılmalı mı, yoksa ona acınmalı mı? The Substance, bu sorulara net bir cevap veremiyor gibi görünüyor.