Üye mi yapalım, çay mı verelim?
Her İnsan Bir Hikaye'nin bu bölümünde Türkiye Gazeteciler Sendikasının fedakar emekçisi İlgün Bingöl'ü dinliyoruz.
Fotoğraf: Fatih Polat
Fatih POLAT
Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Merkezi’ne girdiğinizde sizi yıllardır güler yüzüyle o karşılar. Çay da verir, üye de yapar. Onu sendika üyeliğinin noter kanalıyla yapıldığı zamanlarda noterdeki üyelik süreçlerinden de, Çağlayan’daki gazeteci eylemlerinden de tanırız: İlgün Bingöl.
Resmi ya da demokratik kurumların çoğunun duvarında, sıralı başkan fotoğraflarından oluşan bir bölüme denk geliriz. O fotoğraflar geçidi içinde, yıllar sonra da sevgi ve saygıyla anılanlar vardır. Dolayısıyla mesele onların ötesinde. Kurumlar, sadece seçilmiş ya da atanmış yöneticileriyle değil, aynı zamanda, o kurumlara çok şey katan emekçileriyle yaşarlar. Onlar, bir romanın onsuz olmaz kahramanları gibidir.
Eyleme ve düşünme gücünü artıran duyguyu “neşe” olarak tarif eden Spinoza, etik bir yaşam açısından iyi karşılaşmaları çoğaltmak için çaba göstermenin önemine vurgu yapar. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Merkezi’nin Cağaloğlu’ndaki binasının kapısından girdiğinizde sizi güler yüzüyle karşılayan, bunu 16 yıldır yapan İlgün Bingöl, tam öyle biridir. Yüzünden, tavırlarından yansıyan iyilik hali, size de karışır.
Sabahın erken bir saati. Sendikayı yine o açmış. Her İnsan Bir Hikaye dizisinin bu bölümündeki sohbet için karşısına oturduğumda ikna etmem biraz zaman aldı. Çünkü o, yaptıklarından söz etmeyi sevmeyenlerden. Önce, “Başkan Ankara’da, aslında ona da bir sormam iyi olur” diyor gülerek. Ben de, “Hiç sorun edeceğini sanmıyorum. O iş bende. O kısmı ben hallederim” diyorum. Biraz da, uzun yıllardır aşina olmanın sağladığı güven duygusuyla ikna etmeyi başarıyorum.
Söz İlgün Bingöl’de:
“1963 yılında, Kars’ın Kağızman İlçesi’nde doğdum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Kağızman’da yaptım. 1986 yılında, evlendikten sonra, İstanbul’a gelerek yerleştim. 35 yıldır Güngören’de oturuyorum. Üç kızım var. Bir torun sahibiyim.”
İstanbul’a geldiğinde önceleri çalışmamış. Çocukları büyüdükten sonra çalışmaya başladığını söylüyor. “İlk başta eve iş alıp yapıyordum. Yün örgü kazakların parçalarını birbirine teyelliyordum. Daha sonra kot pantolon temizleme işi yaptım. Sonra evimin altındaki bir kot pantolon atölyesinde, pantolonların düğme basılacak yerlerine işaret alıyordum. Onları yaparken bir ara yurtdışına giden boncuk kataloğu işi yaptım. Çoğu kişi yanlış yaptığı için siparişler yanlış gidiyormuş. Ben işi güzel yapınca sürekli bana vermeye başladılar. Sonra bir öğretmen aracılığıyla Güngören’de bir ilkokulda iş buldum. Hizmetli personel olarak girdim. 2006 yılının ikinci yarısından sonra. Haziran ayına kadar sözleşme yapmıştık. Çalışmamı çok beğendikleri için beni yazın da tuttular orada. O arada müdür bey kızına bakıcı arıyormuş. Bir sene de müdür beyin kızına baktım evinde. O zaman sigortam başlamadı. O yıl iş bitti, çocuk kreşe başladı. Ben de iş bakmaya başladım.”
Okulda çalıştığı süre içinde onu tanıyan bir veli, o dönemki TGS Genel Sekreteri Sergül Keskin’in komşusuymuş. Keskin, “Bildiğin birisi var mı, sendikaya eleman alacağız” demiş. O veli de İlgün Bingöl’ü tavsiye etmiş.
“Ben de başvurdum. 2008’in sonuydu. Sergül Hanım ile Ercan Bey (O dönemki TGS Genel Başkanı Ercan İpekçi), Anadolu Ajansı Spor Müdürü olan Aygün Kanavetçi benimle bir ön görüşme yaptı. Sonra ben gittim. İki ay beni aramadı sendika. Ben bir gün kuzenimle bunu paylaşınca, o bana, ‘Onlar aramadıysa, sen ara sor’ dedi. Aradım, ‘Sergül Hanım, sendika bana dönüş yapmadı. Olmadı mı? Ona göre ben başka bir iş bakayım’ dedim. ‘Biz kabul ettik seni. Ben iki aydır yurtdışındaydım. Onlar arayacaklardı, demek ki yoğunluktan atladılar. Ben yarın size cevap veririm’ dedi. ‘Tamam’ dedim. Yarın oldu aradı. ‘Yılbaşından sonra başlayabilir misin?’ dedi. ‘Başlarım’ dedim. Sonra 10 dakika geçti, tekrar aradı, ‘Hemen yarın başlayabilir misin?’ dedi. ‘Başlarım’ dedim. Ertesi gün gelip başladım. Başlayış o başlayış (Gülüyor). 16’ıncı yılımı Allah nasip ederse yıl sonunda dolduracağım.”
"GAZETE GAZETE, KANAL KANAL ÜYE YAPIYORDUM"
Yaptığı işi tek bir kelimeyle tarif etmek kolay olmadığı için, nasıl tanımlayabileceğimi kendisine soruyorum. “İlk geldiğimde burada çay ocağımız vardı. O konuyla hiç ilgilenmiyordum. Ama şimdi sabah ilk geldiğimde ilk işim çayımızı, kahvemizi hazırlamak. Sonra buranın genel bir temizliğine bakarım, temizlerim. Sonra gelen kargoyu karşılarım, giden kargoyu hazırlar gönderirim. Bazı zamanlar telefonlara bakarım.
İlk başladığım zamanlar daha farklıydı durumlar. Şimdi mesela örgütlenme uzmanımız var. O zaman yoktu. Sendika üyeliği online yapılmıyordu. Noterden yapıyorduk. Ben gazete gazete, kanal kanal gezip, üyelerle beraber o bölgedeki notere gidip üyeliklerini birebir yapıyordum. Evrensel Gazetesi’ne çok gittim, galiba 7. Noterdi Kocamustafapaşa’da. Örgütlenme çalışmalarına çok fazla katıldım. Ulusal Kanal, Aydınlık, Birgün Gazetesi, Cumhuriyet, Evrensel… Onlara çok gittim. Onlar haberlerini gönderip uygun olduklarında notere gelirlerdi sırayla, ödemeleri biz elden yapardık. Bir dönem kampanya yaptık. Üye paralarını biz ödüyorduk, sırf üye olsunlar diye.
Hatta bir gün şöyle bir şey oldu. Ben Özgür Gündem gazetesine gittim. Akşam saatleriydi. Onlar işlerini bitirdikten sonra notere gittik. Bana sekiz kişi üye olacak denilerek sekiz kişilik para verilmişti. Gittik oraya, on iki kişi geldiler. Dört kişi için para yok yanımda. Ne yapacağım şimdi ben dedim. Siz işlem yapana kadar ben dışarıda bir sigara içeyim dedim onlara. Gittim bankadan, ev sahibinin kiraları benim üzerime yatıyordu. Kiradan gerektiği kadar çektim getirdim ve onlara hiç çaktırmadan on iki kişinin üyeliğini de ödedim. Öyle şeyler yaşıyordum. Üyeleri ilk ben tanıyordum. Şimdi tanımıyorum. İş yeri temsilcimize bile geldiğinde, ‘Buyurun, ne istediniz?’ diyebiliyorum görmediğim için. (Gülüyor)
16 yıldır buradayım. Yöneticilerim öyle yönetici sıfatında davranmıyorlar. Arkadaş gibiyiz. Aynı masada yemek yiyoruz. Genel Başkanımız Gökhan Bey, çay kahve yaparken, ‘size de getireyim mi?’ diyebilecek kadar mütevazı bir insan. Arkadaşlarımızla da hiçbir sorun yaşamadan bugüne kadar geldik.”Çağlayan Adliyesi’nde de kendisine üzerindeki sendika önlüğü ile bir gazeteci eylemine hazırlanırken sık denk geldiğim için o dönemleri de soruyorum.“Ercan İpekçi döneminde, çok fazla gazeteci davaları ve tutuklamalar oluyordu. Biz de Çağlayan Adliyesi’nde oluyorduk ve çok daha fazla kişiyi tanıma imkanımız oluyordu. Çünkü akşama kadar orada kalıyorduk. Aynı gün hem Silivri’de hem Çağlayan Adliyesi’nde dava oluyordu. Mesela başkan beni Çağlayan’a bırakıyordu. Oradaki malzemelerle ben ilgileniyordum, o Silivri’ye gidiyordu. Şimdi o kadar çok kişiyi tanımıyorum ama eskileri tanıyorum.
Önce muhasebecimiz bize hangi kurumlara nasıl gidiliri gösterdi. Her seferinde gidip geliyordum. Sendika avukatımız rahmetli Güven Ergin vardı. Bana, ‘Gene geri geldi’ diye takılıyordu. Ben de, ‘Ben İstanbul’u çok iyi biliyorum. Hep geri geleceğim, kaybolmamı beklemeyin’ diyordum.”
BİR GÜN İSTİKLAL CADDESİNİ ADIM ADIM ÖLÇERKEN…
Gazeteci eylemlerinin yoğun olduğu döneme dair bir de anısını anlatıyor:
“Büyük bir yürüyüş olmuştu, gözaltıları protesto için. Yürüyüşümüz Taksim’de olacaktı. Bana dediler ki, ‘Bir pankart yaptırın ama caddeyi tam kapatmasın. Bir taraftan gidiş, bir taraftan geliş için boşluk kalsın.’ İstiklal Caddesi zaman zaman genişleyen, zaman zaman daralan bir cadde. Neresini ölçeceğim, ben nasıl ölçeceğim? (Gülüyor)
‘İlgün Hanım, git orayı ölç’ dediler. Nasıl ölçeceğim? Metreyle ölçsem belediye diyecek ki, ‘sen kimsin, ne yapıyorsun?’ Ayakla, adımlarımla ölçmeye karar verdim. Taksim Meydanı’ndaki ilk girişten adımlamaya başladım. Birkaç adım yürüyünce insanlar dönüp bana bakmaya başladılar. Ben de herkes bana bakınca, bir şey arıyormuş gibi yere baktım. Sonra onlar dönüp devam edince, ben de yine adımla saymaya devam ettim. (Gülüyor) Sonra geldim burada anlattım. Dedim, sizin yüzünüzden insanlar bana böyle baktı. Rahmetli avukatımız, ‘Yazık, çok da gençmiş. Erken yaşta aklını yitirmiş, sokakları ölçüyor, demişlerdir’ dedi. (Gülüyor.)”
"DURUŞMA SALONUNDAKİLER ZIPLIYORSA TAHLİYE VARDIR"
İlgün Bingöl’ün bir anısı da şöyle:
Yine bir akşam Çağlayan Adliyesi’nde Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) Başkanı Arne König vardı. Onlar Genel Başkan Ercan İpekçi ile birlikte içeride dava izliyorlardı. Oda Tv davasıydı. Biz dışarıda kaldık. Soner Yalçın’ın akrabalarıyla beraber. Bizi içeriye almıyorlar ama saat 20.00 olmuş, tahliye var mı diye biz dışarıda merakla bekliyoruz. İçeride ışıklar yandığı için, eğer içeridekiler zıplıyorsa bir tahliye var diye seviniyorduk.
2019’dan sonra da Şişli’deki TGS Akademi’ye gitmiş ihtiyaç olduğu için. 3 yıl da orada kaldığını anlatarak devam ediyor: Pandemi döneminde genel başkanımız sağ olsun, ‘Senin yaşın bizden büyük, hasta olma’ dedi ama ben evde oturarak iki kere Covid olmayı başardım. (Gülüyor.)
Sonra genel başkanımızın isteği üzerine sendikaya geri döndüm. İki yıldır da, buradayım.
"GAZETECİLİK, ÇOK EMEK İSTEYEN BİR MESLEK"
16 yıldır burada gazetecilerle birliktesiniz. Memlekette gazetecilerin halini nasıl görüyorsunuz?
Meslek, çok emek isteyen bir meslek. Sıcağı, soğuğu, yağmuru dinlemeden her türlü felakette insanların yanında olan, onların haberini bir yerlere ulaştıran, onlara yardım sağlanması için çabalayan çok güzel bir meslek. Ama yapan insanlar karşılığını alamıyorlar emeklerinin. Onu gördüm. Biraz sivrilmiş ve isim yapmışsa, o biraz üç beş kuruş fazla alabiliyor, ama diğerleri sendikaya üye olurken bile bunu korkarak, gizleyerek yapabiliyor. Buna bir örnek verebilirim. İnsanlar sendikaya üye oldukların üye kartlarını işyerlerine gönderemiyoruz. İşyeri sendikalı olduğunu görür de işten çıkarır korkusuyla. TRT’den yeni üye olan birinin üyelik kartına ilişkin kargoyu hazırlarken telefonuna mesaj attım, ‘Kartınızı işyerinize göndermemizin mahsuru var mı?’ diye. Dedi ki, ‘Ben bunu hiç düşünmedim. Göndermeyin. Özellikle geleceğim ve sizinle tanışacağım. Çok ince bir düşünce.’
Ve sendikaya geldi, bizimle tanıştı ve elden aldı kartını. Yani düşünün, mesleğine, yaşantısına, geleceğine destek olacak bir kuruma üye olurken bile insanlar böyle tedirgin oluyorlar. Sendikaya korkuyla giriyor ve toplu iş sözleşmesi süreci kadar saklamak zorunda kalıyor. Çok zor şartlarda çalışıyorlar ve haklarını alamıyorlar diye düşünüyorum.