"Dilan Hakkında Konuşmalıyız" | Geleceksiz bırakılan ev gençleri
"Türkiye, 'ev gençlerinin' en fazla bulunduğu ülkelerden biri. Bu gençler ne bir işte çalışıyorlar ne de bir eğitim görüyorlar; çoğu evde. Bu, dışarıdan 'iş beğenmemek' olarak algılanıyor."
"Dilan Hakkında Konuşmalıyız" filminden bir sahne
Merve TUR
Şeyma AKCAN
İstanbul
Hayatında bir gelecek göremeyen ve sistemin çarkları arasında sıkışmış genç bir kuşağın sesi... "Dilan Hakkında Konuşmalıyız" hem güldüren hem düşündüren, trajikomik bir samimiyetle bu kuşağın hikayesini anlatıyor. Umut Şilan Oğurlu’nun yönetmenliğini üstlendiği ve Mislina Bağrıyanık ile birlikte kaleme aldığı bu kısa film, sinema eğitimi almış ama hayatını düzene koyamayan Dilan’ın hikayesine odaklanıyor.
Film, Dilan’ın yalnızca kendisiyle değil, çevresiyle de yaşadığı çatışmaları belgesel estetiğiyle sunarken mizahi anlatımıyla karamsarlığı dengelemeyi başarıyor. Sude Belkıs’ın oyunculuğu ve Doruk Kaya’nın dinamik kurgusuyla, izleyiciyi hem eğlenceli hem de sarsıcı bir dünyaya davet ediyor.
"Dilan Hakkında Konuşmalıyız" bireysel bir hikayeden evrensel bir gerçekliğe uzanıyor; işsizlik, gelecek kaygısı ve sistemin gençler üzerindeki baskısını mizahın gücüyle ele alıyor. Bu söyleşide, filmin yaratıcıları Umut Şilan Oğurlu ve Zeynep Dilan Süren ile hem filmin hikayesini hem de günümüz gençliğinin yaşadığı sıkışmışlığı konuşuyoruz.
“Dilan Hakkında Konuşmalıyız” filminin yönetmeni Umut Şilan Oğurlu, bir izleyiciden aldığı geri dönüşü şöyle aktarıyor: “Avusturyalı bir öğrenci bana gelip, ‘Evden hiç çıkmıyorum, sadece buraya üç günlüğüne geldim ve hiçbir şey yapmak istemiyorum,’ dedi. Sonra da ekledi: ‘Bu filmi sonuna kadar izledim ve daha uzun çekilmiş olsaydı da izlerdim.’ O an düşündüm: Avusturya… Siz de mi?”
"HEPİMİZ BENZER SORUNLAR YAŞIYORUZ"
“Dilan Hakkında Konuşmalıyız” filminin hikayesini yaratırken sizi en çok etkileyen unsurlar nelerdi?
Umut Şilan Oğurlu: Aslında Dilan Hakkında Konuşmalıyız tam da benim hayatımla çok fazla paralellik gösteriyor. Film, adeta benim kendi belgeselim gibi oldu. Çekimlerde kullandığımız mekânların çoğu benim hayatımdan unsurlar taşıyor. Örneğin annemin yaşadığı ev veya dayımın emlak ofisi gibi gerçek yerlerde çekimler yaptık. Bu nedenle hikâye, gerçeklik ve kurmaca arasında gidip gelen bir yapı kazandı. Ancak bu gerçeklik, sinemada asla yüzde yüz yansıtılamaz; hikâyeyi ortaya çıkarmak için kendimden referans aldım.
Kendi yaşadığım deneyimleri düşünürken aslında hepimizin benzer şeyler yaşadığını fark ettim. Bu da hikâyenin birçok kişi tarafından benimsenebileceği fikrini güçlendirdi. Filmi yaparken bir yandan da Zeynep Dilan Süren ile bir araya geldik. Onun Büyük İstanbul Depresyonu adlı çalışmasını izlemiş ve aynı sinema anlayışını paylaştığımızı düşünmüştüm. Aylar süren konuşmalarımız sırasında hikâyenin ayrıntıları şekillendi. Bu ayrıntılar, kendi deneyimlerimden ve bazen karamsar düşüncelerimden yola çıkarak oluşturuldu. Dolayısıyla film için tamamen ‘benim hayatım’ diyebilirim.
YOKSULLUK ARTIYOR, FİLM SAHİPLENİLİYOR
Film, günümüzde gençlerin yaşadığı ekonomik kriz, sansür ve baskı gibi nedenlerle umutsuzluk hissetmesiyle ilişkilendirilebilir. Bu bağlamda mizahi bir dil kullanarak bu temaları işlemek nasıl bir süreçti?
U.Ş.O: Biz Saraybosna Film Festivali'nde gösterim yaptıktan sonra, mesela Avusturyalı bir öğrenci bana gelip, "Gerçekten evden hiç çıkmıyorum, sadece buraya üç günlüğüne geldim ve hiçbir şey yapmak istemiyorum," dedi. Sonra, "Bu filmi sonuna kadar izledim ve daha uzun çekilmiş olsaydı da izlerdim," diye ekledi. Ben de içimden "Avusturya... Siz de mi?" diye düşündüm. Ama sanıyorum, bu artık biraz daha global bir krize doğru gidiyor.
Tabii ki burada yaşadığımız ölçeği küçümseyen bir yerden söylemiyorum bunu. Ancak sanırım, Dilan'ın filminde de benim filmimde de özellikle karakterlerin orta-alt sınıfa ait olması ya da gelir seviyesi bakımından manevra kabiliyeti daha az olan insanlara hitap etmesi, bu filmlerin bu kadar sahiplenilmesinin nedenlerinden biri. Bu da o kitlenin ne kadar kalabalıklaştığını gösteriyor. Belki de eskiden bu kadar kalabalık değildi ama giderek kalabalıklaşan bir kitle var.
Zeynep Dilan Süren: Sinemada, şehirde yaşayan genç insanların temsili ne kadar var, emin değilim. Son zamanlarda bu konuda daha çok film görmeye başladık ama "Dilan Hakkında Konuşmalıyız"ın içindeki bar sahnesinin de işaret ettiği gibi, Türkiye'deki genç sinemacılar sinema yapmak istediklerinde ilk olarak kendi hikayelerini mi anlatıyorlar, bundan çok emin değilim. Bence burada cesur olan şey, Umut'un yaptığı gibi, kendi hikayesini anlatmak. Bunun ayrıca bir kadın olarak farklı bir yönü de var.
Şehirli, genç bir kadının işsizlikle ya da “iş beğenmemekle” yaşadığı depresif ya da anksiyete dolu hisler, yalnızca sinemada değil, toplumda da çok fazla değer görmeyebiliyor. Bu nedenle, bizim küçük sorunlarımızın aslında küçük olmaması sadece sinemayla değil, politik bir söylemle de ilişkili. Türkiye, araştırmalara göre "ev gençlerinin" en fazla bulunduğu ülkelerden biri. Bu gençler ne bir işte çalışıyorlar ne de bir eğitim görüyorlar; çoğu evde. Bu, dışarıdan "iş beğenmemek" olarak algılanıyor. Peki neden iş beğenmiyorlar? Çünkü ailesinin yanından çıkıp işe girse bile, kendi hayatını kuramıyor. Tek başına yaşamak bir yana, iki ya da üç arkadaşıyla bir ev tutup hayat kurması bile mümkün olmuyor. Bu yüzden çalışmak yerine evde bir şey yapmamayı, depresyona kapanmayı tercih ediyorlar. Ancak bu tercih, "şımarık" olarak algılanıyor.
Bunun yalnızca bir işçi sorunu olmaması, "şımarık genç bir kadının" sorunu olması, ekonomik gerçekliği görmezden gelmeye yol açıyor. Güncel duruma baktığımızda maaşlı bir çalışan ev alabiliyor mu? Hayır. Hatta kirasını ödemekte bile zorlanıyor. Ancak bu gerçeklikleri göz ardı edip, eski alışkanlıklarla yapılan eleştiriler oldukça yüzeysel kalıyor.
U.Ş.O.: Bu filmdeki mizahi yaklaşım aslında Dilan karakteri üzerinden bu temaları işleme biçimimizle doğrudan bağlantılı. Günümüzde gençlerin geleceğe dair umutlarını kaybetmeleri, özellikle kısa filmlerde sıkça işlenen bir konu gibi görünüyor. Ancak bizim hikâyemiz özgün bir noktada duruyor. Dilan karakteri, bir şey üretme çabası içinde olan ve bu süreçte çeşitli zorluklar yaşayan bir genç.
Bu konu aslında çok katmanlı. Gençlerin başka bir yere taşınma, şehirle bağını sorgulama, kendini ait hissedememe gibi temaları birçok filmde görüyoruz. Ancak Dilan’ın hikâyesinde bu üretim baskısı ve stresi ayrı bir katman oluşturuyor. Bu baskının mizahi bir dille işlenmesi, benim kişisel tarzımın bir yansıması. Yaşadığım zor anlarda bile hayatımda hep bir komedi unsuru görmüşümdür. O yüzden filmin karamsar bir yerde bitmesini istemedim. Dilan’ın hikâyesi, tam anlamıyla bir umut kırıntısı bırakıyor; çünkü o hâlâ denemeye ve üretmeye devam ediyor.
"KADIN SİNEMACILAR MÜCADELE VERMEK ZORUNDA KALIYOR"
Kadın hikayelerine yönelik ön yargılar ve sektörün yaklaşımı üzerine ne söylemek istersiniz?
Z.D.S: Bir ödül aldığımda, erkek yönetmenlerin aralarında "Fark ettiysen ödüller hep kadın hikayelerine gitti" dediğini duydum. Sanki kadın hikayesi anlatan filmler ödül almak için bir "trendi" takip ediyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Aynı durum LGBTİ temalı filmler(!) için de geçerli. Halbuki bu hikayeler, yıllarca anlatılmamış olanları anlatıyor ve bu yüzden dikkat çekiyor.
Bunun yanında, kadın hikayesi anlatan bir filmi değerlendirenler, genellikle "politik doğruculuk" sebebiyle beğenildiğini ima ediyorlar. Oysa ki bu hikayeler, kadınların yıllardır süregelen mücadelesinin ve yaşanmışlıklarının bir yansıması. Bizim anlatılarımız, yıllardır yerleşik olan erkek egemen sinema estetiğiyle karşılaştırılarak değerlendiriliyor. Bu nedenle kadın sinemacılar hem hikayelerini anlatırken hem de sinema sektöründe yer bulurken ciddi mücadeleler vermek zorunda kalıyor.
"KADIN HİKAYESİ DENİLEREK AYRIŞTIRILIYOR"
Kadın dayanışmasının üretim sürecindeki rolü üzerine ne düşünüyorsunuz? Deneyimleriniz nasıl oldu?
Z.D.S: Sinema tarihine baktığımızda, bu alanın büyük oranda erkek egemen bir yapı üzerine kurulduğunu görüyoruz. Kadın hikayeleri ve kadın sinemacıların görünürlüğü ise ancak son yıllarda fark edilmeye başlandı. Ancak bu görünürlük, kimi zaman "kadın hikayesi" gibi bir kategoriyle sınırlandırılarak ayrıştırılıyor. Bu da sinemacıları ister istemez etkiliyor; kadın yönetmenlerin, hikayelerinin bu şekilde etiketlenmesinden çekinerek erkek başroller yazdığını dahi gözlemliyoruz. Oysa ki, kendi deneyimlerimizi anlatmak en doğal hakkımız ve bu, bir alt kategoriye ait olmamalı.
U.Ş.O: Benim için üretim sürecinde kadın dayanışması, yalnızca bir tercih değil, bir ihtiyaçtı. Kendimi anlatırken, bir kadınla çalışmanın sağladığı güven ve rahatlığı hissettim. Bu sadece benim için değil, filmde yer alan diğer kadınlar için de geçerliydi. Gösterimden sonra, Türkiye’nin farklı yerlerinden tanımadığımız kadınlardan mesajlar aldık. Hepsinin ortak noktası, kendilerini "görülmüş" hissettiklerini söylemeleriydi.
"Dilan Hakkında Konuşmalıyız" kısa film formatında çekildi. Bu formatın avantajları ve dezavantajları nelerdi?
U.Ş.O: Kısa filmin en büyük avantajı, bütçe ve süre açısından daha uygulanabilir olması. Uzun metrajlı bir filmde, bütçe bulmak ve prodüksiyonu tamamlamak uzun yıllar alabilir. Bu süreçte, hem hikayeniz eskime riskiyle karşılaşabilir hem de anlatmak istediğiniz duygudan uzaklaşabilirsiniz.
Biz bu filmi hızlıca hayata geçirebildik, bu da hikayeyi taze tutmamızı sağladı. Ayrıca kısa film formatı, daha deneysel bir anlatım stili kullanmama olanak tanıdı. Belki uzun metrajda daha klasik bir anlatıma yönelmek zorunda kalabilirdim. Kısa filmlerin, güncel meseleleri daha hızlı ve özgün bir şekilde anlatabildiğini düşünüyorum. Çünkü yapım süreci daha kısa, dolayısıyla risk almak ve yenilikçi fikirler denemek daha mümkün. "Dilan Hakkında Konuşmalıyız" da tam olarak bunu yapıyor. Hem bugüne dair çok şey söylüyor hem de gençlerin yaşadığı duygusal ve ekonomik sıkışmışlıkları cesurca ele alıyor.
"KISA FİLM VE BELGESELLER DEĞERSİZ GÖRÜLÜYOR"
Sinemacılar Adana Film Festivali'nde kısa filmlere yönelik ayrımcılık yapıldığını tartışmıştı. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Z.D.S: Filmlerin gösterim saatinden, seans sayısına, yönetmenlerin kaldığı otel gibi detaylara kadar her alanda ayrımcılık hissediliyor. Ayrıca verilen ödül miktarları da büyük bir sorun. Bu ödüller ne yönetmene ne de yapımcıya bir sonraki projelerine katkı sağlayacak düzeyde. Kısa film ve belgeseller maalesef değersiz görülüyor.
Festival düzenleyicilerinin bu sorunları görmezden gelmemesi gerekiyor. Festivaller, filmleri göstermek için var ve biz de o filmlerle katılıyoruz. Eğer yeterli imkanlar sağlanamıyorsa, buna karşı ses çıkarmamız gerekiyor. Sinemacılar olarak taleplerimizi net bir şekilde ifade etmeliyiz.
U.Ş.O: Bu durum biraz da uzun metraj filmlerin daha çok izleneceğine dair algıyla ilgili olabilir. Festival düzenleyicileri festivali daha görünür kılmak için uzun metrajlara öncelik tanıyor. Ancak unutulmamalı ki bir festivali oluşturan filmlerdir. Filmlerin ikinci planda kalması çok üzücü.
Türkiye’nin festival tarihinde sansürle ilgili pek çok olayın belgesel ve kısa filmler üzerinden şekillendiğini görüyoruz. Bu nedenle kısa filmlerle ilgili bir çekince de olabilir. Ancak şu bir gerçek: Kısa film, günümüzde uzun metrajdan daha fazla izlenir hale gelebilir. İnsanların bu filmlere ilgisi giderek artıyor ve festivallerin de bu gerçeği görmesi gerekiyor.
Adana Altın Koza Film Festivali'nin benim için çok önemli bir yeri var. Türkiye sinema tarihinde de öyle; belli başlı film festivallerinden biri. Bu yüzden oraya her gittiğimde büyük bir heyecan ve mutlulukla gidiyorum.
Benim için çok anlamlı bir şey, çünkü bir sinemacı olarak filmimi Altın Koza'da göstermek düşüncesiyle gidiyorum ve bu bana çok şey ifade ediyor. Ancak maalesef, oraya gittiğimde karşılaştığım muamele, bu heyecanımla asla örtüşmüyor. Açıkçası, daha fazla kişiye ulaşma umuduyla katıldığım bir festivalden, "Tamam o zaman, yapacak bir şey yok," diyerek geri dönmek zorunda kalıyorum. Bu düşünceyle dönüyor olmayı asla istemezdim.
Adana özelinde konuşacak olursam, benim sadece bir filmimle yarıştığım bir festival var. Bu yüzden kesinlikle sadece kendi deneyimim üzerinden konuşuyorum. Ama bütün arkadaşlarımın yaşadığı deneyimlere de çok saygı duyuyorum ve herkesin benzer şeyler söylemesinin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu, duyulması gereken bir durum. Çünkü artık inanılmaz zor koşullarda film üretiyoruz.
Belki biz şanslı olanlardandık ve biraz daha hızlı bir şekilde film çektik. Ancak yine de kısa film ya da belgesel üretmek çok zor şartlarda gerçekleşiyor. Bunlar da birer film türü. Bu yüzden, bu türleri ayrı bir kategoride değerlendirmenin hiçbir anlamı yok bence.
Son olarak, festivallerden ve izleyicilerden beklentileriniz neler?
U.Ş.O.: Çok basit taleplerimiz var. Filmlerimizin kaliteli salonlarda izlenmesini, emek verdiğimiz projelerin değer görmesini istiyoruz. Ayrıca ödüller ve desteklerin ekonomik anlamda daha faydalı hale getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Dünya sinema tarihine baktığımızda, destek olmadan başarılı filmlerin ortaya çıkması neredeyse imkansız. Bizim gibi sinemacılara bu tür desteklerin sağlanması gerekiyor.
Z.D.S.: Kısa filmler genelde festivaller dışında kendine yer bulamıyor. Ancak şu an dijital platformlar bu konuda bir çıkış yolu olabilir. Fakat burada da kısa filmler için ödenen ücretlerin artırılması gerekiyor. Festivaller ve platformlar kısa filmcileri desteklemek için daha somut adımlar atmalı.