25 Kasım’a nasıl gidiyoruz?
Aileyi kutsayan politikaların temeli, ev içi işlerden çocuk ve yaşlı bakımına emek gücünü yeniden üretebilmek için gerekli faaliyetlerin kadının üzerine yığılmasıdır.
Fotoğraf: Eda Aktaş/Evrensel
Öykü KORKMAZ
İzmir Demokrasi Üniversitesi
Kadınlar açısından artan şiddet, taciz ve cinayet vakalarıyla beraber yaşam koşullarının daha da ağırlaştığı bir yılın ardından 25 Kasım'a giderken İzmir Demokrasi Üniversiteli kadınlar olarak bir araya gelerek; yaşadığımız sorunları, bu sorunların kaynağını ve iktidarın politikalarıyla ilişkisini tartıştık. Tartışmalarımızda bizzat kendi deneyimlerinden, yaşamın her alanında karşılaştıkları eşitsizlik ve ayrımcılıktan bahseden kadınlar, yüz yüze geldikleri problemlerin birçoğunun kişisel değil toplumsal olduğu konusunda hemfikir. Üstelik kadın olduklarından maruz kaldıkları bu sorunlar karşısında tek adam yönetiminin uyguladığı politikaların sorunları çözmek bir yana derinleştirdiği, alınan sözlerde açıkça ortaya konuyor. Devletin kadını koruyan mekanizmaları işletmediği, kadınların şikayetleri karşısında alınan takipsizlik kararları, faillere yönelik “iyi hal indirimleri”yle sürdürülen cezasızlık politikalarının yanı sıra, iktidarın doğrudan kadını koruyan yasaları hedef haline getirmesi ve “aile kurumuna zarar verdiği” gerekçesiyle bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve daha pek çok örnek ilk elden ifade edilenler arasında.
AİLE MERKEZLİ POLİTİKALARININ KÖKENİ: UCUZ EMEK SÖMÜRÜSÜ
Bunların yanı sıra Erdoğan’ın son yıllarda aileyi politikalarının merkezine oturtması ve kadının varlığını sadece bu “aile” içinde tanımlayan söylemleri de kadının kamusal alandaki konumunu geriletmeye dönük çabaların bir parçası olarak değerlendiriliyor. Bu çabanın gerisindeki temel motivasyonsa pek çok kadın tarafından ilk olarak iktidarın “şeriatçı bir düzen” kurarak toplumsal alanı dini ilkelere göre dizayn etme hedefiyle ilişkilendiriliyor. Ancak tartışmalarımızı derinleştirdiğimizde dinci gericiliğin iktidar eliyle örgütlenmesinin yaşamın birçok alanında kadının ezilmişliği sorununu katmerlendirerek ikincil konumunu pekiştirdiğini ortaya koyduğunu görüyoruz. Beraberce tek adam yönetiminin kadınların hayatlarına yönelik uygulama ve söylemlerinin altındaki ekonomi-politik kaygıların farkına varıyoruz. Erdoğan’ın “en az üç çocuk” sözlerinden iktidarın kadınlara dayattığı ve dışına çıkanları gayrimilli ilan ettiğini ve “iyi eş, iyi anne” rollerine aileyi kutsayan söylemlerinin gerisinde nüfusu güvence altına alma; emek gücünü yeniden üretebilmek için gerekli faaliyetlerin, ev içi işlerden çocuk ve yaşlı bakımına, kadının üzerine ücretsiz olarak yıkılması hedeflerinin bulunduğunu görüyoruz. Özellikle bugün Şimşek’in programının üzerinde yükselen neoliberal ekonomi politikalarının; eğitim, sağlık, bakım gibi alanları giderek daha fazla piyasaya açmasıyla beraber bunları devletin artık kamusal hizmet olarak ücretsiz bir biçimde sunamaması olgusuyla karşı karşıyayız. Bu, sermaye sınıfı ve onun temsilcisi tek adam yönetimi açısından, kadının içine sıkıştırılmak istendiği aile kurumunun neden bu kadar üzerinde durulan bir mesele olduğunu açıklıyor. Aynı zamanda kadınların çalışma hayatında da ucuz iş gücü olarak sömürüldüğünü verilen örneklerde çeşitli yönleriyle tartışıyoruz.
Diğer bir mesele olarak kadınlar güvenlik kaygılarıyla ilgili diğer pek çok sorunun yanında iktidarın göçmen politikasını dile getiriyorlar. Senelerdir yaşanan kontrolsüz göçün suç oranlarının artışında önemli bir pay sahibi olduğu söylenenler arasında öne çıkıyor. Ancak kadınlarla bugün yaşadıkları sorunların; kadına yönelik şiddetin, işlenen cinayetlerin, bunlarla beraber yaşanan dinselleşme sürecinin göçmenlerle beraber ortaya çıkmadığını ve temellerin Türkiye’de çok eskiden beri yürütülen iktidar politikalarında bulunduğunu konuşuyoruz. Ayrıca kadınların kaygılarını istismar ederek siyasetini göçmen düşmanlığı üzerine kuran çeşitli parti ve akımların aslında kadınların mevcut toplumsal ilişkiler içindeki konumunu değiştirip iyileştirmeye dönük bir perspektifinin ve bu doğrultuda somut politikalarının olmadığı sonucuna varıyoruz.
Son olarak 25 Kasım’ın tarihini ve önemini tartışırken bakışımızı geçmiş kadın mücadelelerine çeviriyoruz ve bugün sahip olduğumuz bütün hakların, elde ettiğimiz kazanımların bu mücadelelerin eseri olduğunu görüyoruz. Geçtiğimiz ay yaşanan olayların ardından yükselen ve sonrasında sönümlenen eylemleri de hatırlıyoruz. Buradan kadınlar olarak mücadelemizin örgütlü ve sürekli bir hâl alabilmesi için bulunduğumuz her alanda yan yana gelebileceğimiz kalıcı birlikler inşa etmemiz gerektiği sonucunu çıkarıyoruz. Bunların üzerine üniversitemizde CİTÖK gibi mekanizmaların ve kadın kulüplerinin olmayışının yarattığı eksiklikler de dile getirilirken etkinliğin sonunda 25 Kasım günü hep birlikte yürüyüşe katılma ve mücadeleyi daha da büyütme kararı alıyoruz.