12 Aralık 2024 04:15

Suat Hayri Küçük’ün “Bento’nun Tuhaf Huyları” | Kalabalık bir karnavala davet

Hikayenin oluşumunda belirgin bir aralık, bir mesafe iki coğrafi imge arasında öne çıkıyor: Makrial imgesi ve İstanbul imgesi.

"Bento'nun Tuhaf Huyları" kitap kapağı

Paylaş

Önder ÇELİK

- Söz düşüyor, sözcükleri sakının!
- Siz kimsiniz?
- Kendisiyim.
- Sözün mü?
- Hayır, düşüşün!

“İlk Bölümün Eşiği: Sabuklamanın Lisanı”, romanda bu sözlerle açılıyor. Sözün değil düşüşün kendisi olmak, tıpkı yükselişler gibi düşüşler de, bir hâlden başka bir hâle geçişin kendisidir, bir kudret derecesinden başka bir kudret derecesine geçiş. Diğer bir deyişle, zevk veya acı, sevinç veya keder, yükselişler veya düşüşler… Bu geçişlerin hepsi bizlere bir duygu küresi verir. Örneğin, bu duygu küresinde acının yaşandığı bir intikal içindeysek eğer, bu aynı anda hem acıyı üreten/yaşatan koşullara hem de o acının yaşandığı/yaşatıldığı koşullananlara bağlar bizi. Bu noktada kişisel ve toplumsal tarih, özel ve kamusal yaşam iç içe geçer ve aynı nesnenin adları olur. Ancak neoliberal düzen kamusal alanı tasfiye ettiğinde, daralan siyasal alan bir tür politik depresyon çağının kapısını aralar. Böyle bir dönemde geleceği yeniden icat etmek zorunlu hâle gelir. Bu anlamda roman, Suat’ın deyişiyle, “kanser hücresi ahlakıyla ilerleyen” bu “krakenleşmiş küresel kapitalizm” çağında yaşanan kudret yitiminin yarattığı duygu küresinde verilen ve hâlâ sürmekte olan bir mücadelenin hikâyesini anlatır.

Bu hikâyenin oluşumunda belirgin bir aralık, bir mesafe iki coğrafi imge arasında öne çıkıyor: Makrial imgesi ve İstanbul imgesi. Bu iki imge arasındaki gerilimde meydana gelen geçişler, karşılaşmalar ve oluşlar –yükselişler ve düşüşler, sevinçler ve kederler– hikâyenin seyrini ve dokusunu oluşturuyor. Ve tüm bu geçişlerin arasında Bento, yeni bir hakikatin ve anlamın “sığıp serpileceği nesneyi ve formu” arzuluyor. Ya da belki, bu nesne Bento’yu arzuluyor. Belki de her ikisi aynı anda oluyor. Suat’a göre, böyle bir arzunun ve arayışın anlatı dili, ancak bir “sabuklama lisanı” olabilir. Bu bahiste Bento şöyle diyor: “Hakikatimin izini süren, tutkularımın göğünü kırbaçlayıp dünyamı dar eden içsel ve dışsal kuvvetlerin geriliminde bölünmüş varoluşumun olduğu kadar, toplumsal tarihimin de farkındayım. Fakat nasıl oluyorsa oluyor işte; birçok nedenle ‘Ben’ demekten alamıyor insan kendini. Ben, yani Bento diye bilinen varlığımın biçimleri, tutkuları ve korkuları, açmazları ve hüneri, kudreti ve vesvesesiyle her yer ve zamanda, her kadın ve erkekte zonklayan bir yasanın meyvesiyim son bakışta. Bütün tuhaflıklarım, marazi ve hayati bütün beliriş ve yitişlerimle toplumsal bir tipin kristalize olmuş cihazıymışcasına kendimi söküp kurcalamam, ‘Bu nasıl çalışıyor?​’ merakı, cüreti ve hünerince hayret edişin tanıdık uğraşı sadece.”

Roman, bu çoğul benlerin, kalabalık bir topluluğun “anonim mırıltısında” konuştuğu bir anlatı kuruyor. Bu benler bizi de hikâyeye dâhil ediyor, kendi meşreplerince. Belki de roman, Bahtin’in “dolaylı serbest konuşma” ya da “söylem” olarak tanımladığı bir kendi üzerine düşünme aralığı veya mesafesi oluşturmayı deniyor. Bu perspektiften bakıldığında, ele avuca sığmaz bir anlatı zenginliğine sahip olduğunu düşündüğüm bu romanın, herhangi bir uzmanlık iddiasından uzak bir okur olarak, Makriyal ve İstanbul imgeleri arasındaki düşüşe odaklanmak istiyorum.

Resmi adı Kemalpaşa olan Makriyal, kısa bir zaman öncesine kadar Hopa’ya bağlı bir beldeyken artık bir ilçe. Suat’ın betimlemesiyle, “Eteğindeki deniz ve ardındaki ormanla süslenen Makriyal, annesinin saçına uzanan bir çocuğun eli gibi uzanır eski Sovyetler’e. Bu el sanki ancak görüldüğünde var olan ve arzulandıkça biçimlenen düşler gibi taşmıştır tabiattan. Solunda Karadeniz’in bulanık homurdanışı, sağında dağlardan topladığı yabani kokuları köylerin boynundan eteğine serpen dereleriyle uygar dünyayı yadırgatan bir oyuk gibi saklar tabiatı bilenleri”. Suat’ın çocukluk yıllarında Makriyal, henüz dünyanın telaşı ve tasasından uzak, uygar dünyanın aklından azade, tabiatı sevmeyi bilenlerin evreni olarak var olur. Bu varlık tarzını şöyle betimliyor Bento: “Tabiatın meyvesiydik ve aklımız bedenimizin hüneriydi.” Makriyal, Bento’nun orman ahalisinin yoldaşlığıyla şekillenen çocukluğuna sahne olur; orman bir rahim gibi, hayatı ve onun doğallığını besler. Ancak bu çıplak ve bölünmemiş hayat çok geçmeden parçalanır; ikiye, üçe ve çokluğa... Ve belki de burada, Bento’nun oluşumunun ilk izlerini, tabiatın böğründe filizlenmesini görmeye başlıyoruz: Ormanın rahminde, hayatın henüz parçalanmadan önceki bütünlüğünde.

Anadilleri, Ermenicenin arkaik bir lehçesi olan Hemşincenin (Hamşetsnag) konuşulduğu Makriyal coğrafyasında yaşayan Hamşetsiler, 17. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın başlarına kadar süren bir İslamlaştırılma sürecine maruz kalırlar. Daha sonra, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yarattığı korku ve baskıyla birlikte Hemşince gündelik hayattan giderek geri çekilir ve yerini zamanla Türkçe alır. Bu süreci, Bahtin’in “üniter dil” çözümlemesiyle beraber değerlendirdiğimizde, belki de şunu ileri sürebiliriz: Bu coğrafyada bir dili üniter bir dil rolüne soyunduran “kafatası içi aklı,” tabiatın, bedenin bir hüneri olan aklın edimi ve akışkanlığı karşısında ancak tepkisel bir hastalık olarak belirir. Çünkü bu kafatası içi akıl, iki dil arasında birinin diğerine hükmettiği bir eşitsizlik yaratır. Romanda, bu tarihsel ve dilsel gerilimlerin içinde yazılan bir hikâyeyle de karşılaşırız. Daha en başından itibaren yaşaması düşük bir ihtimal olarak görülen Aşxar’ın hikâyesi. Aşxar, Hemşince “dünya” demekmiş. İşte bu dünyanın yaşadığı başkalaşımların, başka bir dünya arayışının romanıyla karşılaşırız. Belki de bu yüzden, romanın dili üniter dilin sınırlarını aşıp, onun kabına sığmıyor. Üzerine çullanan baskı ve ölçülülüğe karşı kadim geçmişin pagan bilgeliğiyle alttan alta homurdanan roman zengin imgeselliğiyle şiirsel bir anlatı dili oluşturuyor.

Makriyal coğrafyasının poetik tabiatı ve imgesel gücünün, romanın ilk satırından son satırına kadar sızarak bütün anlatıya yayıldığını söyleyebiliriz. Bir tür rahim ya da beşik olarak Makriyal, bir dağ köyüne ait olan bütün her şeyiyle –Peruze karakteri, Engoğ Çur (Düşen Su), “dzevağ” (karayemiş), “yux” (böğürtlen), Çaxçaxan Deresi ve Tez Dağ’ın (Erken Yer) çıplak hayvanı, yaban/pagan aklı– Bento’un oluşumunda derin bir etkiye sahiptir. Tabii ki bu coğrafyanın önemli figürlerinden olan Alaattin Demirci, İhsan Hacımuratoğlu, Metin Lokumcu, Kazım Koyuncu, Özcan Alper ve özellikle de Peruze imgesi Bento’nun gerçekliğini kurması için gereken arzu sahasını oluşturmaktadır. Suat, kendisiyle yapılan bir söyleşide, bu arzu sahasını şöyle ifade eder: “Evrensel kurgu estetiğinin bütün nosyonlarını a-tipik tarzda içeren, dönüştüren ve işleten bir kuvvete dönüştü beni salgılayan coğrafya. Hopa ve Makriyal, tabiatı ve insanıyla Bento’nun oluşumunu anlama çabasına saha açtı.”

Hikâyede bu anlama çabası sekanslarının bir yerinde Bento, bir tür kibre yenildiğini, kendi serüvenini aşmak için doğanın kendisini yerleştirdiği yere karşı kendisini savunuya geçtiğini dile getirir. Bento’nun, diğer pek çok tuhaflıklar arasında başka bir tuhaflık bu. Sanki bir açıdan orman ahalisine yabancılaşmayı içeriyor gibi bu kibir. Yaşayan tekrarın daha derinliklerinde Bento’nun kendi oluşuna sırt çevirişi ya da türlü tuhaf huyların bilinçdışı kaynaklarına mı iniyoruz buralarda, bilinmez. Bir an doğa ile kültür arasındaki veya insan ile hayvan arasındaki ayrımı yeniden düşünmeyi tetikliyor bu kibir! Nedense romanda beliren bu kibrin eşiğinde, Bento’nun hikâyesindeki Makriyal imgesinin öteki kutbunu oluşturan İstanbul imgesi geliyor aklıma.

İstanbul, Aşxar’ın başka bir dünya arayışının sahnesi; 1990’ların devrimci mücadelesi, kızıl günleri, devletin grisiyle yeniden karşılaştığı anları içeriyor. İstanbul, bir yandan aşkı Berrak ve yoldaşlarıyla paylaştığı mücadele ve dayanışmanın merkezi, diğer yandan da kendisini yüzyıllardır taşradan sakınmaya çalışan bir metropol olarak Bento’ların varoluşsal çatışmasının bir başka düzlemini temsil ediyor. İstanbul’dan taşraya ve taşradan İstanbul’a yönelen iki ayrı bakış açısı, sonsuzca çatallanan bir bahçeyi andırıyor. Sonsuzca çatallanmaların tezahür ettiği bu bahçede Bento, dostlarının, yoldaşlarının, aşkın, okuduğu kitapların ve yazarlarının, coğrafyanın salgıladığı kalabalık bir kahkaha olarak ortaya çıkıyor. Kendisini, kökensel bir trajedinin içinde kuşatılmış bir varlık olarak bulan Bento, bu trajedinin “nasıl çalıştığını” anlama ve çözümleme çabası içine giriyor. Büyük bir bahis, ama kaçınılmaz!

“Krakenleşmiş küresel kapitalizmin” kıstırdığı hayatlar ve İstanbul’un gelecek düşleri, özellikle 2010’lar sonrası büyük bir karamsarlığa teslim oluyor. Gezi Direnişi’nin yarattığı büyük kolektif heyecan, ardından gelen politik ve toplumsal baskıların yarattığı depresif kapanmayla yer değiştiriyor. Bu kapanmanın ağırlığı, pek çoğumuz gibi Bento’nun da üzerine çöküyor. İstanbul imgesi, bu noktadan itibaren yenilmişlik, yorgunluk ve tükenmişlikle sarmalanıyor. Bu duyguyu daha da derinleştiren, Bento’nun yaşadığı ayrılık ve aşk acısı; bu süreç, onun içine ağır ağır çekildiği bir intihar fikriyle birleşiyor. Bu intikal, Bento’nun bedeninde geleceğin çöktüğü bir ağırlık, belki de zamanın sıkıştığı ve siyasal alanın sonsuzcasına daraldığı bir an olarak beliriyor. İstanbul’da kendisini özlediğini dile getiriyor Bento, sanki kibriyle sırtını döndüğü yaban hayvanı hatırlarcasına... Bir söyleşisinde şöyle diyor Suat: “Zihnim, ruhum ve bedenimle kendimi tümüyle bir İstanbul meyvesi sanıyordum.” Giderek bu özlemin yankıları arasında Bento, Peruze’yi hatırlıyor, “dzevağ”ı, “yux”u, Çaxçaxan’ı ve kendisini kendisi için bulduğu Tez Dağı’ı hatırlıyor. Makriyal ile İstanbul arasında mekik dokuyor, Bento. Durmaksızın içindeki kalabalıkla konuşuyor, mırıltı ve fısıltılarla, sabuklayarak. Düşüyor. Kalkıyor. Yürüyor. Okuduğu kitaplardaki mırıldanmaları takip ediyor. Çağın sirenlerini duyuyor. Dostlarını görüyor, sarılıyor, sarmalanıyor, sığı(nı)yor. Ve nihayet yaşamının en nadir kuşuna, Mona’ya tutunuyor Bento. Ve son yaşam öpücüğünü aldığı Spinoza’ya çıkıyor yolu. Bu öpücüğün açtığı sahada, kendi dışındaki dünyaya inanmayı öğrendiği ilk aşkı Eva’yı Marks ile Spinoza’yla buluşturuyor. Melezleşiyor benlik bilinci. Bento, yenilmiş sevginin, yitirilmiş aşkın, yalnız/inançsız/umutsuz düşüşün kasırgasından bir Spinozist olarak çıkıyor; kendilerine “Spinoza Şürekâsı” diyen radikal küresel bir şebekenin Türkiye’deki hücrenin kendisiyle kurduğu bağla tutkulu bir yaşamın dibine, politik köke yeniden ve fakat eskisinden daha neşeli, daha iştahlı ve hünerli bir entelektüel olarak yöneliyor.

Spinoza’nın Etika’sını anabiliriz Bento’nun Tuhaf Huyları’nı okumanın ardından. Mücadelenin seyri içinde, romanın oluşturduğu anlatıda, tüm bir kalabalığın ve Bento’nun duygu küresinde düşüşün değil, neşeli yükselişin kendisi için karşılaşmaların örgütlenişiyle karşılaşırız: Bedendeki hünerin sapma açısıyla, tabiatın neşesiyle ve devrimci oluşla... Bento, tüm bu karşılaşmaların kırılganlığına rağmen, yine de çocukça zarları tekrar ve tekrar karıyor yeryüzü masasına atmak için. Zorunluluk bir kez daha kaderimizi yoğursun diye, başkaca... Sonuçta, kalabalık bir karnavala davet ediliyoruz, Bentoca!

ÖNCEKİ HABER

Teori ve Eylem’in dosya konusu ‘Tarımda Tekelleşme’

SONRAKİ HABER

İsrail ordusu, Suriye topraklarında yeni alanlar işgal etti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa