Borca dayalı büyümeden ihracat yönelimine: Baki kalan ücret baskılama
2001 krizi sonrasında neoliberal uygulamaların başka coğrafyalara göre görünürde daha az tepki çekmesinin arkasında sadece Türkiye otoriterliğinin baskıcı yüzünü aramak yeterli olmayacaktır.
Fotoğraf: AA
Ali Rıza GÜNGEN
Türkiye ekonomisinin 21. yüzyılda kriz ve olağan dışı çalkantı dönemleri haricinde (2008-09, 2018-19, 2020) göreli yüksek bir performans sergilemesinin arkasında birkaç önemli etken bulunuyor. Küresel finansal koşulların elverdiği genişleme dönemleri kadar önce milyonların borçlandırılması sonrasında da bu borcun farklı kanallarla yönetilebilmesi bu etkenler arasında ön sıralarda yerini almış bulunuyor.
Türkiye’de hanelerin esas olarak finansal sistem içine çekilme dönemi 2002-13 arasını kaplıyor. Bu krediye hücum dönemi sırasında hanelerin borcunun gayrisafi yurt içi hasılaya (GSYH) oranı başka küresel güney ülkelerine benzer biçimde arttı. Artış belki biraz daha dramatikti ve ilginç biçimde ancak dönemin sonunda politika sorunu olarak anlaşıldı, fakat nihayetinde haneler kredi kullanarak tüketimlerini artırır, reel ücretler yerinde sayarken daha fazla mal ve hizmete ulaşabilir ya da kamusal hizmetlerdeki ticarileşmeyi daha az hisseder hale geldiler. 2001 krizi sonrasında neoliberal uygulamaların Türkiye’de başka bazı coğrafyalara göre görünürde daha az tepki çekmesinin arkasında sadece Türkiye otoriterliğinin baskıcı yüzünü aramak yeterli olmayacaktır. Örgütsüzleştirmenin yanı sıra borçlandırmayı da bir etken olarak saymak gerekiyor.
BÖLÜŞÜM ŞOKU
Krediye hücum döneminin 2010’lar ortasındaki sonu Türkiye’nin siyaseten geçirdiği bazı büyük çalkantılarla çakıştı ve bir siyasal rejim değişikliğiyle de taçlandı.
Başka bir ifadeyle belirtirsek, Türkiye toplumunda emeğiyle geçinenlerin nüfusa oranının daha da arttığı 21. yüzyılın ilk yirmi yılı yakın tarihte eşi pek görülmedik bir bölüşüm şokuyla sona erdi. 2016-22 arasına tarihlenebilecek başka kriterlerle birlikte başlangıç ve bitiş dönemi birkaç yıl oynatılabilecek bu bölüşüm şoku, emekçilerin toplam gelirden aldığı payda yüzde 32-34’ler seviyesinden yüzde 25 civarına hızlı bir düşüşün kaydedilmesi olarak da tarif edilebilir.
Söz konusu şokun ve Erdoğan yönetiminin (2018 sonrasındaki başkanlık rejimini tarif etmek için kullanıyorum) para politikası araçlarıyla yeni bir sanayi atılımı ve ihracat temelli büyüme stratejisi gütme isteğinin Türkiye’deki yansıması yüksek enflasyon oldu. 2000’lerde AKP’ye ivme kazandıran büyüme stratejisini destekleyen küresel koşulların yerinde 2010’lar sonunda ve 2020’ler başında yeller estiği için düşünülen yeni yönelim emekçilerin reel ücretlerde gerileme ya da yerinde saymaya ve yüksek enflasyon koşullarına razı olması gerektiği inancına dayanıyor, geçici bir dönemin ardından emek yoğun sektörler öncülüğünde net ihracatın büyümeye katkısının hızla arttığı bir iktisadi düzlem hayal ediyordu.
Erdoğan yönetiminin 2010’lar sonunda belirginleşen bu arayışı çeşitli sermaye gruplarına sopa göstermeksizin havuçlar sunmak üzerine bina edildi. 2021 ila 2023 arasında negatif reel faiz, cömert teşvikler, ara malı üretimi ya da emek yoğun sektörlerde yeni yatırımların devlet desteğiyle kolaylaştırılmasından güç aldı. Emekçilerin borçlarının çevrilebilmesi için yapılandırmalar öneren Erdoğan yönetimi, bu dönemde asgari ücreti ise resmi (Ve emekçilerin gerçek deneyimlediklerinden farklı bir oran sunan) TÜİK enflasyonu üzerinden reel olarak hesaplandığında önceki on yıldakine yakın bir seviyede tutmak istediğini beyan etti.
Bölüşüm şokuna dair kısa hatırlatmayı son bir yılda atılan adımlarla tamamlamak gerekiyor: 2023 seçimleri sonrasında ekonomi yönetimini devralan ve bir yıldır daha açıktan bir sermaye için istikrar programı izleyen Şimşek ve ekibi yeni bir adım daha atarak beklenen enflasyon üzerinden asgari ücret artışlarını tekrar norm haline getirmek gerektiğini açıkladılar.
Bu adım hem emekçilerin önceki yıllarda gelirden aldığı payın azalmasına karşı telafi yollarını kapatma hem de 2010’ların sonunda iyice teklemiş önceki uygulamalara rücu etme olarak değerlendirilebilir.
BORÇLANDIRMA DÖNEMLERİ
Söz konusu çalkantılı arka plan bize şunları hatırlatmalı: Türkiye’de emekçileşme devam ederken, emekçilerin yaşam koşullarını daha da zor hale getiren uygulamalar yine bizzat Erdoğan yönetimi tarafından tercih edildi ve uygulandı. 2022 başındaki grev dalgası ve son yıllarda pıtrak gibi Anadolu coğrafyasının emek havzalarında ortaya konan direnişler siyasal ve sistematik bir direniş hattına akamadıkları için etkileri sınırlı kaldı.
2010’lar sonunda ve 2020’lerde Türkiye hanelerin borçlandırılmasının bir önceki döneme nazaran aynı tempoda süremediği açık. Burada bir istisna pandeminin ilk dalgası sırasında 7 milyon kişinin devlet eliyle borçlandırılması ve Erdoğan yönetiminin haneler sosyal transferleri başka ülkelere nazaran çok daha sınırlı tutarak borçlandırmayı öne alması idi. Her durumda ana akım iktisadi düşünceden beslenen bir finansal içerilmenin yerini son 6 ila 8 yılda devlet emrinde finansal piyasa davranışı sergileyen vatandaş yaratma uğraşlarının aldığı ileri dürülebilir. Ancak aynı dönem bir yandan da hanelerin borç çevirebilmek ya da daha fazla borçlanmayı önleyebilmek için Erdoğan yönetiminin sevk ettiği kanala sığmadığı örneklerle dolu görünüyor (ör. 2018-22 arasında dövize hücum.)
Emekçileri borç kıskacına kapatan bu tercihleri değiştirmek, Türkiye’de yaratılan zenginlik ve gerçekleşen üretimin meyvelerinin adil paylaşıldığı bir platoya taşımak ancak radikal bir dönüşümle gerçekleşebilir duruyor. Bu tarz bir atılım olmaksızın u-dönüşleriyle dolu bir ekonomi yönetimi performansı görmeye devam edebiliriz. Bu nedenle (Ve küresel koşullar okunamadığı ve sermaye gruplarının at koşturmasına izin verildiği için) Türkiye’yi yeni bir ödemeler dengesi krizi eşiğine getiren ihracat öncülüğünde büyüme girişiminden ani bir şekilde dönüş sinyalleri veriliyor. Şimşek ve ekibi ülkeye doğrudan yatırım çekmek için kapalı kapılar ardında vaatler ve garantiler dağıtırken ve aynı zamanda ödemeler dengesi krizini bertaraf etmek için Türk lirası varlıkları daha cazip hal getirecek bir para politikası düzlemine geçiş yaptılar. Bu önlemlerin Türkiye’den dışarıya kaynak transferini engellemek şöyle dursun, bu transferin büyük çalkantılar olmaksızın gerçekleşebilmesini amaçladığını eklemek gerekiyor. Bizzat Erdoğan yönetiminin tercihlerinin bedeli yine emekçilere yıkılıyor.
Kısacası dönemler değişiyor, büyüme stratejilerinde bazen söylem düzeyinde bazen doğrudan uygulama düzeyinde kaymalar görülebiliyor, ancak Türkiye neoliberalizminin ana ayağı ücret baskılamada pek bir değişim görülmüyor. Türkiye’de asgari ücreti temel ücret kılan ve emekçilerin çoğunun ücretini asgari ücret temelinde dar bir alana hapseden siyasal iktidarın kıskaçlarını söküp atmak kamucu, eşitlikçi ve alternatif bir ekonomi politikasına geçişin temel adımlarından birisini teşkil ediyor.