Anlatmak yasak
Sansür bazen öyle bir noktaya gelir ki daha ortada eser yokken ya bir gece vakti ya da sabahın kör bir karanlığında kapısı aşındırılır birçok şairin, ozanın, yazanın.
Fotoğraf: Pexels
Tarık ÖZYILDIRIM
Albert Camus, “Sanat, aykırı ve başkaldırıyı beraberinde taşır” der. Evet, sanat bir başkaldırı ürünüdür. Yalnız unutmamalıyız ki aykırılığın, başkaldırının olduğu her yerde ilk sansür ve yasaklar çiçek açar gövdesindeki bütün dikenleriyle ve bu dikenler sanatı, edebiyatı, şiiri, romanı sansür cehennemine çevirir. İktidarların ve egemenlerin kulak tırmalayan sesi, Tevfik Fikret’in “Fikri Hür” dediği noktada devreye girer ve kulaklarımızda çınlar. Çünkü fikir ve hürriyet kol kola girerse egemenler için tehlike çanları bütün şiddetiyle çalar. Bilirler ki fikirlerin özgürce ortaya konması, onların gözünde aykırılığın yoldaşıdır ve bu yoldaşlık yazarlar, ozanlar için yasaklara, sansürlere gebedir.
Sansür bazen öyle bir noktaya gelir ki daha ortada eser yokken ya bir gece vakti ya da sabahın kör bir karanlığında kapısı aşındırılır birçok şairin, ozanın, yazanın. Mimlidir çünkü haylaz kalemimiz. Suçu... Suçu ne mi? Dedim ya önceden bellidir ve “Yaz kızım” devreye girer: Halkı isyana teşvik, halk içerisinde sınıf farkı yaratmak, ahlaka aykırı hakaret etmek...
‘AÇLARIN GÖZ BEBEKLERİ’NDEN ‘MECBUR İNSAN’A
Osmanlı’dan günümüze nice ozanlar; sansürle, yasaklarla hemhal olurlar. Kimi canıyla kimi mahpusluğuyla bedelin en ağırını öder. Nefi’den, Seyrani’ye; Pir Sultan Abdal’dan Yunus’a... Sonra mı? Sonrasında da değişen bir şey yoktur. Ozan vardır, yazan vardır. E tabii ki sansür ve yasak da onlara eşlik edecektir.
Kitapları bir bir toplatılan Nâzım Hikmet, sansür rekoruna doymaz. E be Nâzım, “Açların Göz Bebekleri”ni anlatacağına kalemini güzel şeylere dokundursaydın, kim ne diyecekti? Karanlıkları, aydınlığa çıkarmadan bıraksaydın; kuşlardan, börtü böcekten bahsetseydin, söyle kim ne diyecekti?
Aziz Nesin ya sen ekmeğini kazanmak için onlarca takma adla hikayeler yazmana ne gerek vardı? Neymiş, mizahla halkı uyandıracakmış, sis çanı olacakmış halka. “İçimizdeki Zübük”leri bulup ortaya çıkaracakmış. Ya Sabahattin Ali, sana ne demeli? Markopaşalara, Sırça Köşklere, Kuyucaklı Yusuflara ne gerek vardı? Neymiş efendim, yazdıklarıyla egemenlerin, sömürenlerin sırça köşklerini başlarına yıkacakmış. Oysa suya sabuna dokunmasaydın bir ağacın dibinde öldürülmeden önce katline ferman yazılır mıydı?
Yaşar Kemal, sen yok musun sen! İnsanca yaşamın yolunu açacak “Mecbur İnsan”ları yazacakmış. Bu yolda haksızlığı, yoksulluğu, zulmü yazmazsam kalemimi kırarım, demiştin. Kırmadın da ne oldu? 17’sinde de 72’sinde de mahkeme salonlarında sanık oluverdin, derebeylerin adamları tarafından bıçaklandın, savunduğun halkın tarafından linç edilmek istendin. Yaşadığın bunca zulme ne gerek vardı?
Mehmed Uzun, en fenası da sensin! Ana dilinde yazmaya çalışacağına, milyonların sesi olacağına, dengbejlerin peşinden koşacağına bir gazetenin köşe yazarı(!) olsaydın İsveç’e sürgüne değil tatile giderdin.
DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK İÇİN
Ozanlar, yazanlar! Size diyorum ki ben ya güzel bir dünyayı yazacaksın ya da dünyayı güzelleştirmek için...
Uzun lafın kısasını, Hasan Hüseyin Korkmazgil’den dinleyelim “Anlamak yasak değildi ülkemde/ anlatmak yasak.”
Yasakların ve sansürün gölgesinde, işkencede, tabutluklarda ömründen ömür giden Rıfat Ilgaz’ın, yazanlara, ozanlara, aydınlara hitaben yazdığı “Aydın Mısın?” şiiriyle yazıyı noktalama vakti.
“Kaldır başını kan uykulardan/ Böyle yürek böyle atardamar/ Atmaz olsun/ Ses ol, ışık ol, yumruk ol…/ Yollar kesilmiş alanlar sarılmış/ Tel örgüler çevirmiş yöreni/ Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/ Benden geçti mi demek istiyorsun/ Aç iki kolunu iki yanına/ Korkuluk ol…”