05 Ocak 2025 04:07

Macron’a Afrika tokadı

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Fransa ile iş birliğini sonlandıran Afrika ülkeleri, İngiltere'de artan kadına yönelik şiddet ve Almanya'da yükselen karamsarlık ve korku haline dair tartışmalar var.

Fotoğraf: Kıvanç Demir/Evrensel

Paylaş

Çad, Senegal ve ardından Fildişi Sahili’nin askeri iş birliği anlaşmalarını sona erdirme yönündeki son açıklamaları, Fransa ile Afrika arasındaki ilişkiler konusunu yeniden gündeme taşıdı. Humanite gazetesinden seçtiğimiz makalede gelişmeler “Macron’a tokat” olarak nitelendiriliyor.

2025’in ilk günlerinde Alman halkı içinde karamsarlığın arttığını yazan TAZ Gazetesi Yazarı Robert Misk, somut değişiklikler yapılması gerektiğini belirtiyor, “Kötümserliğin iyi bilinen bir paradoksu, kutuplaşmanın ve aşırı sağın yükselişinin karamsarlığa yol açması ve bu karamsarlığın da radikal sağa fayda sağlamasıdır” uyarısı yapıyor: “Sağcılar göçten, Müslümanlardan ve dünyadan korkuyor, diğerleri ise sağcılardan korkuyor. Sonuç olarak herkes korkuyor. Bölünmüş toplumda korku bu şekilde nihai fikir birliğine dönüşüyor” diyor.

İngiltere’nin Noel dönemi artan kadına yönelik şiddet tablosu dikkat çekiyor. The Guardian’dan Fraces Ryan’ın makalesinde İşçi Partisi hükümetinin seçim vaatlerinden olan kadına yönelik şiddeti yarıya indirme sözü hatırlatılıyor.

FRANSA’NIN AFRİKA’DAKİ VARLIĞI: ASKERİ ÜSLERİN ÖTESİNDE NEOKOLONYAL SİSTEM SORGULANIYOR

Benjamin KÖNİG
Humanite

Çad, Senegal ve ardından Fildişi Sahili’nin askeri iş birliği anlaşmalarını sona erdirme yönündeki son açıklamaları, Fransa ile Afrika arasındaki ilişkiler konusunu yeniden gündeme taşıdı. Farklı bağlamlarda yaşanan bu gelişmelerin ardında, Fransa’nın dış politikası için merkezi bir mesele yatıyor: Neokolonyal düzenin sarsılmakta olduğunu ne zaman fark edecekler?

28 Kasım’da Çad’ın başkenti Encemine’den ayrılan Jean-Noël Barrot, hükümette yeniden görevlendirilen dışişleri bakanı olarak, komşu Sudan’daki kriz üzerine konuşmaktan memnun görünüyordu. Ancak Barrot’un uçağa adım atmasının hemen ardından Çad’ın muhatap Bakanı Abderaman Koulamallah, 1976’dan beri iki ülke arasında süregelen askeri iş birliği anlaşmasının ani bir şekilde feshedildiğini duyurdu. Çad’da yaklaşık 1000 Fransız askeri bulunuyordu ve ülke Fransa için stratejik öneme sahipti. Koulamallah açıklamasında, “Çad’ın tam ve eksiksiz bir şekilde egemenliğini ilan etme ve ulusal önceliklere uygun olarak stratejik ortaklıklarını yeniden tanımlama zamanı geldi” dedi.

Aynı gün Senegal Cumhurbaşkanı Bassirou Diomaye Faye, Fransız basınına verdiği demeçte, “Senegal’in egemenliği, askeri üslerin varlığıyla bağdaşmaz” ifadesini kullandı. 1 Ocak’taki yeni yıl mesajında ise yabancı askeri varlığın 2025 yılına kadar tamamen sona ereceğini duyurdu. Dakar’da yaklaşık 350 Fransız askeri, kentin merkezinde konuşlanmış durumda ve bu durum neredeyse yüzyıldır devam ediyor.

Benzer şekilde, yeni yıl mesajında Fildişi Sahili Cumhurbaşkanı Alassane Ouattara da 1000 Fransız askerinin bulunduğu üssün Fransızlara devredileceğini açıkladı. Ouattara, Paris’in sadık bir müttefiki olarak görülse de Afrika gençliğinde bu konunun önemli bir gündem maddesi olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.

Bu yeni sorgulamalar, 2021’den bu yana askeri darbe yaşayan üç ülkede (Mali, Burkina Faso ve Nijer) daha çatışmalı gelişmeleri takip ediyor. Nijer’deki son Fransız askerleri bir yıl önce aceleyle ülkeyi terk etmişti. Siyaset Bilimci René Lake, Fransa’ya yönelik bu çift taraflı diplomatik darbenin, Fransız-Afrika ilişkilerinde kritik bir aşama olduğunu ve Afrika uluslarının neokolonyal düzeni giderek daha fazla reddettiğini belirtti.

Senegal ve Çad gibi ülkelerde, Fransız üslerinin varlığına karşı dile getirilen talepler farklı şekillerde ifade edilse de, ekonomik bağımsızlık, ulusal kaynakların kontrolü ve yerel siyasi tercihlerin saygı görmesi gibi ortak ilkelere dayanıyor. Senegal’de bu mesele, 2000’lerden bu yana gündemdeydi ve özellikle son başkanlık seçimlerinde önemli bir konu haline geldi.

MACRON İÇİN TOKAT

Fransa Komünist Partisinden Félix Atchadé, bu gelişmeleri “Macron için bir hezimet” olarak niteliyor ve bunun 1989’daki Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana süregelen bir sürecin parçası olduğunu söylüyor. Atchadé’ye göre Paris, dünya düzenindeki değişimlere rağmen eski kolonileri üzerindeki etkisini sürdürebiliyordu, ancak bugün bu düzen sarsılmakta.

Macron, haziran 2024’te Senegal ve Fildişi Sahili dahil tüm ülkelerdeki Fransız askeri varlığını azaltacağını duyurmuştu. Ancak, bu kararın ardından Jean-Marie Bockel’in hazırladığı bir raporun sızdırılması, özellikle Senegal’de tepkiye yol açtı.

Mali, Burkina Faso ve Nijer’de yaşanan sert kopuşlar, Fransa’ya önemli bir ders verdi. Guy Labertit, “Fransız Afrikası’nın son bulmasını her zaman istemiştik” diyor. Ancak Labertit, bu değişimin Fransa’nın gerçek bir dış politika geliştirmesi pahasına gerçekleştiğini savunuyor.

Siyaset Bilimci René Lake, asıl meselenin şu olduğunu belirtiyor: “Fransa, stratejik ve ekonomik çıkarlarını koruma çabasıyla reaktif bir duruşu mu sürdürecek, yoksa Afrika’nın beklentilerini tanıyan proaktif ve dönüştürücü bir yaklaşımı mı benimseyecek?​”

Bunun gerçekleşmesi artık kaçınılmaz görünüyor.

Çeviren: Ali Rıza Yıldırım

EN AZINDAN HÂLÂ HAYATTAYIZ

Robert MİSK
Taz

2022’nin bir noktasında eğriler kesişti. O zamandan beri Almanya’da daha fazla insan güven duygusundan çok güvensizlik duygusu yaşadı. Kötümserlik iyimserliğin önüne geçti. Kamuoyu araştırma enstitüsü Civey’e göre belirsizlik farkındalığı şu anda neredeyse yüzde 40 ila 25 arasında. Beş yıl önce durum tam tersiydi. Ve o zamanlar bile insanlar, ilerlemeye yönelik coşkulu umutların ve geleceğe güvenin olduğu bir çağda yaşadıkları hissine kapılmıyorlardı.

Mutluluk, sakinlik ya da huysuzluk, bunlar duygulardır ve duygular genellikle daha kişisel meselelerdir. Daha çok iyimser bir insan mısınız yoksa daha çok kötümser bir insan mısınız? Ancak siyaset ve duygular birbirinden ayrılamaz. Siyasette duyguların merkezi rolü olduğu bir gerçektir ama aynı zamanda “duygu siyaseti”nin çoğu zaman kötü bir şöhrete sahip olduğu da bir gerçektir. Duygular içimizden gelir ama yine de sosyal olarak yaratılır, yönlendirilir ve sosyal bir etkiye sahiptir.

İnsanların “daha fazla iyimserliğe” ihtiyaç olduğuna dair yemin etmesi alışılmadık bir durum değil ve hatta bazen bu yüksek sesle dile getiriliyor. Ancak bireyler için bile üzgün bir kişiden mutlu olmasını istemenin ya da depresif bir kişiye depresyonu bırakmasını tavsiye etmenin çok az faydası olduğu bilinmektedir. Bu aynı zamanda kolektif duygular için de geçerlidir.

Sürekli kötü haber bombardımanına maruz kalıyoruz. Savaş, Ukrayna, Ortadoğu, katliamlar, tehlikeler giderek yaklaşıyor, ayağımızın altındaki toprağın giderek sarsıldığı hissi. Beynimizi ve zihnimizi vuran terör saldırısının son dakika haberi. Her zaman aşırı sağcıların ve kundakçıların kazandığı seçimler. ABD’de kazanan Donald Trump, delilerden, aşırıcılardan, oligarklardan ve dalkavuklardan oluşan bir hükümet kuruyor ve medya mensuplarını, hatta parti içindeki muhalifleri hapse attırmakla tehdit ediyor.

Sonuç olarak herkes korkuyor. “Dünya parçalanıyor, merkez artık dayanamıyor”, W. B. Yeats’in dizelerinin alıntılar hazinesinin bir parçası olması tesadüf değil. Artı: Çok kutuplu bir dünyanın kaosu, durgunluk, iflas dalgaları, enflasyon. Olumsuzluk iklimi her çatlağa sızıyor. “Haber programlarından kaçınma” artık çok tartışılan bir olgu. Kulaklarınızı kapatırsınız çünkü aksi takdirde felç olur veya çaresiz kalırsınız.

Kötümserliğin iyi bilinen bir paradoksu, kutuplaşmanın ve aşırı sağın yükselişinin karamsarlığa yol açması ve bu karamsarlığın da radikal sağa fayda sağlamasıdır. Korkuyla, yabancı korkusuyla, göç korkusuyla, her şey daha da kötüye gidecek korkusuyla yaşıyorlar. Sonuçta sağcılar göçten, Müslümanlardan ve dünyadan korkuyor, diğerleri ise sağcılardan korkuyor. Sonuç olarak herkes korkuyor. Bölünmüş toplumda korku bu şekilde nihai fikir birliğine dönüşüyor.

“Korku toplumunda” (Heinz Bude), tehlike duyguları ve kötü ruh hali bir yandan sağlam temellere dayanır, diğer yandan gerçekliğin algılandığı bir olumsuzluk sarmalı ve tünel görüşü ortaya çıkar. Özellikle de magazin dergilerinin, kışkırtıcı medyanın, sosyal medyada heyecanı ve öfkeyi yönetenlerin pençesine düştüğünüzde, söylemin, iş temeli umut değil panik olan aşırı sağcıların hakimiyetinde olduğu bir döneme korkuyla baktığınızda.

Leo Löwenthal’in yetmiş yılı aşkın bir süre önce faşist ajitatörlerin retoriği üzerine yaptığı çalışmalarda tanımladığı gibi, sağcılar “Uydurma dehşetleri gerçek dehşetlerin üzerine biriktirme” şeklindeki propaganda ilkesine bağlılar. Ve o zamanlar Twitter ya da Tiktok bile yoktu ve çirkin olanın otomatik olarak normal ya da hoş olandan daha fazla tıklandığı bir medya-teknolojik yapı bile yoktu.

Sağ partiler insanları mutsuz ediyor. George Orwell zaten “Karamsarlık ile tepki arasındaki zihinsel ilişkinin şüphesiz açık olduğunu” belirtmişti. Sol daha çok ilerleme ruhuyla, başlangıç duygusuyla ve yeni bir başlangıç duygusuyla ilişkilendirilirken, sağ modernliğin çöküşünden yakınıyor.

Kişi kendi durumu ve gelecek beklentileri hakkında ne kadar karamsar ve olumsuz olursa, hayal kırıklığı da o kadar katıksız öfkeye ve yok etme arzusuna dönüşür. Leipzigli Sosyolog André Schmidt, işçi sınıfından bazı aşırı sağ Almanya için Alternatif AfD partisi seçmenlerinin bu partiden “Kendi yaşamları için herhangi bir iyileşme” beklemediklerini söylediklerini aktarıyor, “Bu, kendisine hiçbir umut bağlı olmayan, yıkıcı bir dürtüdür.”

Böckler Vakfı Araştırma Direktörü Bettina Kohlrausch, sağ parti seçmenlerinin “Aynı durumu daha olumsuz değerlendirdiğini” belirtiyor. Yani diğer tüm koşullar eşitse (aynı iş, aynı sosyal statü, aynı gelir, aynı ortam) AfD seçmenleri doğası gereği daha olumsuzdur. Diğerleri kararsızlıkları, artıları ve eksileri gördüklerinde AfD taraftarları olumsuza takılıp kalıyorlar.

Hatta Berlin Bilim Merkezindeki araştırmacılar kapsamlı bir araştırmada şöyle özetlenebilecek bir şeyi keşfettiler: Sağ popülist ve aşırı sağ partiler insanları mutsuz ediyor. Ve özellikle kendi destekçilerini...

Günümüzde yaşanan acil tehlikeleri görmezden gelip ufkunuzu biraz genişletirseniz, yaşlanan toplumların daha karamsar olduğunu söylerken kesinlikle yanılmazsınız. Andreas Reckwitz, çağdaş teşhis kitabı “Kayıp”ta, nüfusun çok daha büyük bir bölümünün “Kendi canlılıklarının kaybı” ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Yaşlanan toplumlarda en iyi günlerinin geride kaldığını hisseden insan sayısı artarken, kendi değiştirme gücüne güvenen, dünyayı altüst etmeye çalışanlar giderek daha küçük bir azınlık haline geliyor. Toplumun büyük bir kısmı halihazırda yaşa bağlı ağrı ve sızılarla uğraşırken, otomatik olarak daha az “başlangıç hissi” ortaya çıkar. Değişim, hareketlilik gözden kaçar.

Elbette öfke, kızgınlık, farklıya aşık olmak güçlü bir duygudur. Ama aynı zamanda dünyamızda ağır bir tüy gibi duran savaştan, sürekli depresyondan kaynaklanan artan bir acı da var. Umut ve iyimserlik de ivme veren duygulardır ancak maalesef isteğe bağlı olarak gerçekleşemez. Bu dünyada da bazı iyi haberler var, büyük keşifler vb… Belki de Pozitif Haber bültenine abone olmalısınız, sonra tüm bu dehşetin arasında “2024’te Neler Doğru Gitti” gibi şeyler öğreneceksiniz.

Minimal bir versiyonla başlamak gerekirse: Böylesine bir savaş ve kriz ortamında sen ve sen, hâlâ hayattayız. Bunu herkes söyleyemez!..

Çeviren: Semra Çelik

TATİL DÖNEMLERİNDE AİLE İÇİ ŞİDDET VAKALARI ARTAR, PEKİ YA GELECEK YIL FARKLI OLSAYDI?

Frances RYAN
The Guardian

EastEnders’ın çok sevilen karakteri Küçük Mo’nun kocası Trevor tarafından istismar edildiği klasik bir Noel bölümü vardır. Noel sabahı kız kardeşlerini ziyaret ettikten sonra Mo akşam yemeğine geç kalır. Döndüğünde, Trevor karısını saçlarından tutup yüzünü bekleyen tabağın içine iter. Derisinden et suyu damlayan Mo, sandalyesinden itilir ve yerden hindi yemeye zorlanır.

Bu üzücü bir hikayeydi ama daha da üzücü olanı izleyicinin bunun sadece bir kurgu olmadığını biliyor olmasıydı: Dışarıda, yılın neşe ve huzur getirmesi gereken bir zamanında korku ve acı içinde eve hapsolmuş sayısız gerçek hayat Küçük Mo var.

Bölümün yayımlanmasının üzerinden 20 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen Britanya’da çok az ilerleme kaydedilmiş gibi görünüyor. Her ocak ayında manşetler, telefon detoks rehberleri ve kilo verme ipuçlarının hemen yanında Noel’de aile içi istismarda artış olduğunu bildiriyor. Women’s Aid, bayram döneminden hemen sonra vakalarda tipik olarak yüzde 15’lik bir artış gördüğünü söylüyor, ancak bunun önemli bir ‘eksik tahmin’ olduğu düşünülüyor.

Aile içi şiddet yardım kuruluşları yeni yılda yardım hatlarına gelen aramaların arttığını sıklıkla bildiriyor. Leeds Women’s Aid geçtiğimiz günlerde aralık ayına kıyasla ocak ayında yüzde 50’lik bir artış beklediğini belirtti. Bu arada, Kraliyet Savcılık Servisi ve polis güçleri geçen ay, tatillerde artan olaylar nedeniyle istismarcılara “Bu Noel’de kapılarının çalınmasını beklemeleri” yönünde uyarılarda bulundu.

Bu artışın nedenleri iyi biliniyor: Mali baskılar, aile ile daha fazla yalnız zaman geçirme ve daha fazla alkol tüketimi tipik olarak şiddet ve zorlama riskini artırırken, pratisyen hekimlerden iş yerlerine ve okullara kadar birçok hizmetin kapalı olması veya çalışma saatlerinin azaltılması, mağdurların genellikle normalden daha fazla izole oldukları ve yardım almakta zorlanabilecekleri anlamına geliyor.

Yine de ironik olan, bayram döneminde beklenen şiddet artışı aslında daha geniş çaplı krizi önemsizleştirebilir. Refuge’un geçen hafta bana söylediği gibi: “Noel genellikle aile içi istismarla ilişkilendirilir... Gerçekte aile içi istismar tüm yıl boyunca yaşanmaktadır ancak yılın diğer zamanlarında medyada ciddi şekilde az yer almaktadır.”

Bunun ölçeği vurgulanmaya değer. İngiltere ve Galler’de her yıl yaklaşık 2 milyon yetişkinin aile içi istismar mağduru olduğu tahmin ediliyor ve kadınlara yönelik şiddet suçları son on yılda artış gösterdi. Guardian sadece 2024 yılında, erkeklerin suçlu olduğu 80 kadın ölümü saydı. İşin vahim tarafı, geçen yıl çok sayıda kadının canına kıyılmış olması değil, 2025 yılının da bundan farklı olmayacağı gerçeği. Kadın cinayetleri sayımına göre, verilerin kaydedilmeye başlandığı 2009 yılından bu yana kadın cinayetlerinde elle tutulur bir azalma olmadı: 10 yıllık süre zarfında ortalama olarak her üç günde bir kadın bir erkek tarafından öldürüldü. Her hafta üç kadının daha istismara maruz kaldıktan sonra intihar ederek öldüğü söyleniyor. İster güneş parlasın ister kar yağsın, erkek şiddeti sabit: Toplumumuzun bir tür düşük seviyeli arka plan uğultusu, eğer adalet olsaydı bir siren olurdu.

Ayrıca, alkol ya da maddi sorunların istismara yol açtığı fikri, sorumluluğu faillerden uzaklaştırırken, kadın düşmanlığı ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete yol açan karmaşık yapısal faktörleri göz ardı ediyor. Aile içi istismarın genellikle Avrupa veya Dünya Kupası sırasında artış göstermesinin futbol hakkında bir tartışmaya yol açmaması gerektiği gibi, Noel’de kadınların dövülmesi ve tecavüze uğraması da yapmamız gereken konuşmanın tatil stresiyle ilgili olduğu anlamına gelmiyor. Yeni yılda akşamdan kalma olmak istismara neden olmaz; şiddete başvuran erkekler ve onları mazur gören ve normalleştiren bir kültür buna neden olur.

Bunu değiştirmek Koruma Bakanı Jess Phillips’in sözleriyle “devasa” bir görev, ancak en azından deneniyor. Önümüzdeki haftalarda hükümet, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti (VAWG) on yıl içinde yarıya indirmeye yönelik stratejisinin daha fazla detayını açıklayacak; partinin ilk olarak geçen yaz manifestosunda verdiği bir söz.

Kadına yönelik şiddetin yarıya indirilmesi gibi iddialı bir hedefe ulaşılması bir yana, bu konuda bir ilerleme kaydedilmesi için Whitehall’un pek de meşhur olmadığı türden koordineli bir çaba gerekecek: Erkek şiddetine yol açan tutumlarla mücadeleden okullarda genç erkeklerin eğitilmesine; son on yılda bütçeleri kesilen sığınakların finanse edilmesi de dahil olmak üzere hayatta kalanların güvenli barınma, ruh sağlığı hizmetleri ve sosyal güvenceye erişimlerinin sağlanmasından tecavüz mağdurlarının uzun süredir ertelenen davalardan çekilmelerine yol açan mahkeme birikimlerinin ele alınmasına kadar…

Kadın gruplarının ve sığınmaevlerinin, işverenlerin ulusal sigortalarındaki artışın hükümetin kadına yönelik şiddetle mücadele misyonunu “Tehlikeye atacağı” uyarısında bulunmaları ve aile içi istismarcıların aşırı kalabalık nedeniyle hapishaneden erken çıkarıldıkları yönündeki endişeler, yönetimin birbiriyle yarışan çıkarları söz konusu olduğunda iyi niyetin tek başına yeterli olmadığını açıkça göstermektedir.

Tüm bunları okuyup aile içi istismarın çözülebileceği fikrini reddetmek kolay olacaktır. Bazı çürükler vardır ki, toplumun dokusuna öylesine işlemişlerdir ki, en azından sosyal ve ekonomik kriz çağında, kendilerini kaçınılmaz hissetmeye başlarlar. 2025’in Britanya’sı umut için gerekli koşullara sahip bir ülke değil. Mevcut siyasi iklim, onlarca yıl ihmal ve gerileme yaşamış bir nüfusun hükümetin sınırlarına boyun eğdiği ve siyasi sınıfa karşı genel bir güvensizlik hissettiği bir tür melankolik sinizmle tanımlanıyor…

Aile içi istismar salgınıyla 10 yıl içinde mücadele edilebileceğini söylemek gerçekçi mi? Bilmiyorum. Ama belki de denemek yeterlidir. Bazı acılar o kadar derin, o kadar kabullenilmiş ki, bunlardan kurtulabileceğimize inanmak radikal bir hareket. Kadınların kendi evlerimizde rutin olarak dövülmesinin ve zorbalığa uğramasının sadece “o şeylerden biri” olduğu fikri, dehşetin devam etmesini sağlamanın iyi bir yolu. Düşünün ki 2035 yılının yılbaşı gününe uyandığınızda, on yıl öncesine kıyasla tatillerde yarı yarıya daha fazla kadının istismara uğradığını yazan bir manşet görüyorsunuz. Karanlık günler bir yılı daha geride bırakırken, bu, tutunmaya değer bir umut kırıntısı.

Çeviren: Sarya Tunç

ÖNCEKİ HABER

P24: Gazeteci Aslan’a ceza veremezsiniz

SONRAKİ HABER

Yoksulluk, güvensiz gıda ve sağlık sorunlarını getiriyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa