06 Ocak 2025 04:15

Ferdi Tayfur’dan Orhan Gencebay’a, kültür alanında bir taraf olarak arabesk

Arabesk zaten kendi başına “kültür” denen o mücadele alanında bir “taraf”tı. Ama ayrıca arabesk, dönemin sert politik kamplaşmasının sonucu olarak, kendi içinde de taraflara sahipti.

Fotoğraf: ANKA 

Paylaş

Göksel AYMAZ

“Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti Adorno. Esas olarak şiirle değildi derdi. Bunu söylemekle, kültürel üretimin ahlâkla ilişkisini sorgulamaya açmak istemişti Adorno. Auschwitz’in dehşeti aklın sınırlarını o denli aşmıştı ki edebiyatı, sineması, müziği, nesi var nesi yoksa, toptan bütün bir kültürel üretim kendine çeki düzen vermeliydi. 

Hiçbir şey olmamış gibi yazmak, çizmek, boyamak, çekmek, söylemek Auschwitz'den sonra barbarlıktı… Peki ya Maraş’tan sonra? Çorum’dan, Fatsa’dan, Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nden sonra? 

Adorno’nun koyduğu ölçüyle bakarsak, elbette barbarlıktı. Çünkü gerçeklik, yani Maraş’ın, Çorum’un, Fatsa’nın dehşeti, aklın sınırlarını aynı derecede aşmıştı. Maraş’tan, Çorum’dan, Fatsa’dan, Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nden sonra yazmak, çizmek, boyamak, çekmek, söylemek barbarlık sayılmalıydı ama yazıldı, çizildi, söylendi. Bugün edebiyatımızın, sinemamızın, müziğimizin en nadide eserleri arasında sayılan pek çok ürün o günlerde üretildi.

Ferdi Tayfur da en güzel şarkılarını 70’lerin ortasından, Maraş’ın, Çorum’un, Fatsa’nın dehşetinden sonra yazıp söyledi. O günler Türk pop müziğinin ve arabeskin yükselişte olduğu günlerdi, bu yüzden kendi tarzında tek başına da değildi. Orhan Gencebay vardı en başta; Gökhan Güney, Kibariye, Tüdanya, Müslüm Gürses vardı…

Toplumsal muhalefetin dorukta olduğu yıllardı; devrimci mücadelenin yükseldiği, buna karşılık gerici faşist saldırıların provokasyonlarıyla sokakların kana bulandığı zamanlardı. Şiddetli gerilim döneminde (ki Türkiye’de bu dönem hiç bitmiyor) kültür, toplumsal dünyanın farklı düzey ve alanlarında yaşanan çatışma ve gerilimlerin izini taşır. O düzeyler arasında en fazla da politikadaki çatışma ve gerilimler kültürel alanda çarçabuk kendi karşılığını bulur. Çünkü kültür (günümüzde de görüldüğü gibi) önemli bir mücadele alanıdır.

Arabesk zaten kendi başına “kültür” denen o mücadele alanında bir “taraf”tı. Bu, arabesk müziğin egemen ya da elit kültür karşısında bir direniş ve dolayısıyla popüler kültürün demokratik/özgürleşimci yanına ilişkin kesin kanıt olduğu yolundaki o son derece tartışmalı tezle ilgili olduğu taraftır. Ama ayrıca arabesk, dönemin sert politik kamplaşmasının sonucu olarak, kendi içinde de taraflara sahipti, daha doğrusu politik taraflar arabeskçileri sahiplenmişti. Kendi çocukluk hatıralarımdan da hatırlıyorum ki, Cem Karaca/Barış Manço bölüşmesine benzer biçimde, Orhan Gencebay solcuların, Ferdi Tayfur da sağcılarındı.

Tabi bu ayrımlar geride kaldı. Toplumsal yaşamın gadre uğramışları sonradan Orhan’ı da Ferdi’yi de “Baba” bildiler. Öte yandan, o zamanın sağcılarının (mesela Devlet Bahçeli’nin) bugün Orhan Baba ile hiçbir bir alıp veremediği olamaz. Zaten Orhan Baba da Ferdi Baba’nın tabutunu öpüp “Bizi 70'li yıllarda ayırmışlardı, Ferdi'ci Orhan'cı diye..” demedi mi?

O dönemde Baba’lar arasında böyle bir ayrışma olması normaldi. Tek başına “Batsın Bu Dünya” bile solcuların Gencebay’ı kendilerine pay etmelerini anlaşılır kılmak için yeterliydi. Üstüne bir de yeşil parkasıyla gecekondu yıkımına direnip dozerlerin önüne oturduğu filmler gelince… Orhan Baba tabi ki solcuların olacaktı. 

Orhan Gencebay, yetmişlerin ilk yarısında arabeskte rakipsizdi. Bu yüzden, Ferdi Tayfur ikinci yarısında parlayınca yalnızca Orhan Gencebay’ın yanında “bir başka ünlü arabeskçi” olmadı -zira Orhan Gencebay da yalnızca “ünlü bir arabeskçi” değildi-. Herkes Ferdi Tayfur’un şarkılarını daha acıklı, daha ağlamaklı, hıçkırıklı, feryatlı figanlı bulur. Doğrudur, Ferdi Tayfur’un şarkıları ve onları söyleme biçimi, Gencebay’ınkinden daha perişan bir insanın duygusunu taşır. Cemal Süreya da 99 Yüz’de arabeskin bu iki devini aynı gerekçeyle iki ünlemle özdeşleştirmişti, “Of!” ve “Ah!” ile. “Of” Orhan Gencebay, “Ah” Ferdi Tayfur’dur demişti. (İbrahim Tatlıses için de “Allah Allah!” ünlemini uygun görmüştü, isabetle.) Bu “Ah”ı  mazoşizm ile de ilişkilendirmişti, yine isabetle.

Acı ve mazoşizm ile sağcı eğilim arasında çok defa kanıtlanmış bir ilişki vardır. Kişinin kendisine arzu ettiği şeyleri vermeyen genel toplumsal yaşayış karşısındaki güçsüzlük ve çaresizliği, bazen de boyun eğmişliği ideolojiye dönüştüren bir şey var bu acı ve mazoşizm denen şeyde, düş kırıklığına uğramış, güçsüzlük ve çaresizlik içerisindeki insanlara, selametleri için kendilerini üstün bir güce (Türk ırkı, devlet ya da Başbuğ gibi) teslim etmelerini telkin eden bir şey.

O yüzden, 70’lerin ortasında parlamış olan Ferdi Tayfur, şarkıcı olmanın ötesinde bir şeyler ifade ediyordu. Dolayısıyla, bugün ardından sıkça söylenen, “sanat dünyamızın müstesna ismi”, “itilmişlerin, sitemkârların sesi”, “milyonların duygularına tercüman olan büyük usta”, “hepimizin hayatına dokunan ölümsüz eserlerin sahibi” gibi bu ülkede başka ünlü isimlere de uyacak ifadeler, en çok uyanlardan biri olmasına rağmen, onun özgüllüğünü tanımlamaz.

ÖNCEKİ HABER

ABD'de 5 eyalette olağanüstü hal ilan edildi

SONRAKİ HABER

Yeni e’nin yeni sayısında dosya konusu yayınevi emekçileri oldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa