Nedenselliğin sonu: David Hume
Birbirlerinden çok ayrı gibi görünen deneycilik, kuşkuculuk, idealizm, düalizm ve okasyonalizm akımlarından etkilenen Hume’un felsefeye en büyük etkisi şüpheciliği oldu.

Ressam: Allan Ramsay
Mısra ŞEN
Bilkent Üniversitesi
David Hume 18. yüzyılda yaşamış, deneycilik (ampirizm) akımının önde gelen isimlerinden. Görüşleri hâlâ çokça tartışılan İskoç bir filozof, tarihçi ve yazar. Ahlâk felsefesinden ekonomiye ve politikaya, İngiltere tarihinden dine kadar birçok konuda yazmış olan Hume’un felsefeye en büyük etkisi onun şüpheciliği oldu. Hume’un, görüşlerini açıklamadan önce hayatına kısaca bir göz atmakta fayda var.
Hume 1711 yılında Edinburgh’da sosyal konumu gayet iyi bir ailede dünyaya geldi. Babası Ninewells mülkünün lordu, annesiyse İskoçya mahkemesi başkanının kızıydı. Babası, Hume iki yaşındayken vefat etti. On bir yaşına kadar annesinin yetiştirdiği Hume, o yaşlarda Edinburgh Üniversitesi’ne gitti. Kendisi için düşünülen hukuk eğitimini tamamlamadı, başta Cicero olmak üzere klasikleri okudu, felsefeye merak sardı ve on beş yaşında üniversiteden ayrıldı. Bristol’de bir tüccar bürosunda çalıştıktan sonra Fransa’ya gitti ve orada “İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme” eserini yazmaya başladı. Eserini bastırmak için İngiltere’ye dönen Hume, ondan sonra İngiltere-Fransa arası çokça gidip geldi.
Hume’un sosyal geçmişini göz önünde bulundurarak diğer deneyciler Locke ve Berkeley’den, Fransa’da olduğu gençlik dönemlerinde de özellikle Malebranche’dan etkilendiğini belirtebilirim. Locke ve Berkeley’in temsil ettiği deneycilikte, çok kabaca, zihnimizde doğuştan gelen bilgiler ve izlenimler yoktu. İnsanlar bütün bilgilerini tecrübelerine, duyumlarına ve duyumları üzerine yaptıkları akıl yürütmelerle elde ederdi. Fakat burada bir parantez açıp şu önemli noktayı belirtmeliyim: Duyuların maddi bir dünyadan geldiğini söylemiyorlardı! Hatta Berkeley çok ileriye giderek maddi cisimlerin olmadığını iddia eden bir idealistti. Ona göre her şey zihnimizde olup bitiyordu. Duyularımız aracılığıyla algıladığımız “dış dünya” da aslında daha büyük bir zihnin, yani Tanrı’nın zihninde olup bitenlerdi. Locke, Berkeley kadar ileri gitmese de, duyularımızın bize söylediği şeylerin “gerçekte olan” şeyler olup olmadığını bilemeyeceğimizi söylüyor ve şunu öğütlüyordu: Bilebildiğin kadarıyla, yani beyninin içinde olup bitenle ilgilen; nasıl olsa dış dünyayı bilemeyeceksin.
Gelelim Malebranche’a. Malebranche, Descartes’tan çok etkilenmişti ve onun felsefesinin “gerçek Hristiyan felsefesi” olduğuna inanıyordu. Zihin-beden ikiliğini kabul etmekle kalmıyor, tek gerçek “neden”in Tanrı olduğunu ve zihin-beden arasındaki ilişkinin yalnızca Tanrı aracılığıyla sağlandığını düşünüyordu. Bu okasyonalist düşünceye göre tanrı, evrendeki her şeyin nedeniydi ve diğer şeyler arasında neden-sonuç ilişkisi yoktu. Örneğin ben kolumu kaldırmayı düşünüyorsam ve kolumu kaldırıyorsam, bu, beynimde ve ilgili kaslarımda kolumu kaldırmama neden olan birtakım sinirler uyarıldığı için değildi. Tanrı kolumu kaldırıyordu ve aynı zamanda buna uygun düşünceyi zihnime yerleştiriyordu. Yani Tanrı dışında bir sebep sonuç ilişkisi yoktu.
İşte Hume’un düşünce dünyası; bu birbirlerinden çok ayrı gibi görünen deneycilik, kuşkuculuk, idealizm, düalizm ve okasyonalizm akımlarından etkilendi. Malebranche ve Berkeley’in fikirleri, daha çok dine ve inanca dayanıyordu ve rasyonel olarak savunulmaları zordu. Locke, daha rasyonel tarafı temsilen, biraz daha çekimser bir şekilde maddi dünyayı reddediyor, fakat şeyler arasındaki neden-sonuç ilişkilerini veya “dış dünyadaki” şeylerin etkileşimlerini “rasyonel” bir biçimde açıklayamıyordu. Burada Hume sahneye çıktı. Şimdi gelin, Hume’un önemli iddialarına bakalım.
HUME’UN ŞÜPHECİLİĞİ: GÜNEŞ VE DONDURMA
Bir örnek vererek onun üzerinden ilerleyelim. Güneşte bırakılan bir dondurma düşünün. Bu dondurma eriyecektir. Peki bu dondurma neden ve nasıl eridi, güneş ve dondurma arasındaki ilişkiyi nasıl açıklarsınız? Berkeley’e göre bu ikisi de Tanrı’nın zihnindeki fikirlerdir, Malebranche’a göre dondurmayı Tanrı eritir ve zihnimizde dondurmanın erimesiyle ilgili fikri yine Tanrı oluşturur. Locke’ta işler biraz daha karışır. Ona göre güneşin dondurmayı “eritme gücü” ve dondurmanın da “erime gücü” vardır. Fakat bu güçlerin ne olduğunu kendisi de açıklayamamış ve bunlara “şeylerin özel gücü” demiştir. Hume, Locke’un açıklayamadığı bu “özel güçlerden” vazgeçti ve şunu söyledi: Güneş dondurmanın erimesine sebep oldu dememiz için hiçbir sebebimiz yok.
Bu ne demek? Hume’a göre biz, çocukluktan beri güneşte kalan dondurmanın eridiğini gördük. Güneşe dondurmayı koy, erir. Gün gelip de güneşe dondurmayı koyduğumuz zaman, onun eriyeceğini otomatik olarak düşünürüz. Fakat bunu düşünmek için mantıklı bir gerekçemiz yoktur. Güneş ışınları bir enerji taşıyor diyebilirsin, fakat o anda gelen ışının böyle bir enerji taşıdığına ve dondurmanın erimesine “sebep olduğuna” nasıl emin olabilirsin? Belki gerçekten de öyledir, fakat, bunun bilgisine nasıl eriştin? Hume’a göre bunları “bildiğimizi” söylememizdeki tek kanıtımız bugüne kadar bunların böyle olması, yani bir “alışkanlık”. Dondurma, böyle durumlarda hep eridiği için ve zihnimiz bağlantı kurmaya yatkın olduğu için güneşin dondurmanın erimesine sebep olduğunu düşünürüz. Halbuki biz daha büyük bir canlının yarattığı matriksin içinde yaşayan küçük canlılar olabiliriz ve o günkü güneş aslında ısı yaymayan bir fener olabilir, dolayısıyla dondurma erimeyebilir. Hume’a göre, insan zihni, bu iki durum arasında “mantıklı” bir seçim yapamaz. Buradan çıkan sonuç, neden-sonuç ilişkisinin yalnızca zihnimizde olan bir şey olmasıdır.
Aynı zamanda Hume’un, tümevarımı da reddettiğini görmemiz önemli. Eğer saf su, ısıttığımda kaynıyorsa ve bunu birçok kez farklı koşullarda denediysem, buradan “su ısıtılınca kaynar” diye bir çıkarım yapamam. Ya bir kez daha ısıttığımda kaynamazsa? Kaynayacağını “kesin olarak” bilebilir miyim? Hume’un kuşkuculuğuna göre bilemiyorum ve tümevarımsal çıkarımlar rasyonel bir temel ve açıklamadan bu yüzden yoksundurlar. Hume’un görüşlerinin, ilerde, bilim felsefecisi Popper’ın görüşlerine kaynaklık etmesi de bu yüzden. Popper’a göre bilim yalnızca tümdengelimsel yöntemle işlemelidir, çünkü mantığa uygun “tek” yöntem odur.
MATERYALİST BİR PERSPEKTİFTEN HUME
Burada hepimizi Hume’un görüşlerine ara verip verilen örneği materyalist bir açıdan düşünmeye davet ediyorum. Fiziksel dünyadaki şeylerin somut gerçekliğini kabul edersek ve düşüncelerimizin kaynağının, Hume’un da belirttiği üzere, bu fiziksel dünya olduğunu düşünürsek çok daha mantıklı bir açıklamamız olmaz mı? Güneş ışınları taşıdıkları enerjiyle, fiziksel ve kimyasal değişimlerle dondurmayı eritir. Gözümüzde bulunan sinirlere dondurmadan gelen ışık sayesinde bunu algılarız, beynimiz gördüğümüz şeyi anlamlandırmamızı sağlar ve zihnimizde, nöral aktivite sonucunda, bu dondurmanın nasıl eridiğine dair bir düşünce oluşur. Hume’un kuşkuculuğu karşısında, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’indeki ikinci tezi hatırlatmak isterim. Marx, pratikten yalıtılmış bir şekilde yapılan “düşüncenin gerçekliğine” dair tartışmaların skolastik olduğunu söyler. Materyalist bir bakış açısıyla erime olayından düşüncenin gerçekleşmesine kadar yaşamdaki her aşamayı açıklayabilirken, idealist kuşkuculukla ancak fiziksel dünyadan ve bu dünyadan kaynaklanan düşüncelerimizin “gerçekliğinden” uzaklaşırız. Kendini yaşamda doğrulayan materyalist bakış açısıyla, dondurmanın erime sebebini bildiğimiz için dondurmayı erimekten kurtarabiliriz. Fakat Hume, güneşin dondurmanın erimesine sebep olduğudan şüphelenmekle meşgul oldukça dondurması hep eriyecek ve o bunu hiç değiştiremeyecektir.
Hume’un deneyci felsefesi daha sonra pozitivist felsefeye de kaynak olmuştur. Bu yazıyı bitirmeden önce son bir not düşmek istiyorum. Malebranche nasıl zihin ve beden arasına ancak Tanrı’yla bağlaşan bir ayrım koyduysa; Hume da “dış dünyayla” insan zihnini sadece alışkanlıkla bağladı, hem de bunu mantık adına yaptı. Hume, somut dünyayı bilinemez hâle getirdiği ve fiziksel dünyaya dair bildiğimiz her şeyi zihnimizin içindeki fikirlere (idea) indirgediği için bir idealist. Bana kalırsa idealist kuşkuculuk, insanın dünyaya ve doğaya yabancılaştırmasının doruk noktasıdır.
Evrensel'i Takip Et