Rüya, gerçek ve sezgi yönetmeni: David Lynch | Anlam, çoğu zaman apaçık ortadadır
David Lynch'in filmleri için aşırı entelektüel açıklama aramaya kalkışmamız “gizemli şifreler” olarak okumamıza yol açar. Oysa anlam, çoğu zaman zaten apaçık ortada duruyordur.
Twin Peaks'ten bir sahne
Matthias KYSKA
David Lynch, yalnızca Amerika’nın değil, dünyanın da en dikkat çekici ve özgün yönetmenlerinden biri olarak görülür. Edebiyat veya sinema alanında, bir sanatçının adı bir sıfata dönüşmüşse, o kişinin gerçekten kendine özgü bir üslup yarattığı kabul edilir. Nitekim “Lynchvari” denildiğinde akla hemen şunlar gelir: Sıradan hayatla sürreal unsurların kaynaştığı, tuhaf bir rüya atmosferi yaratan, gizemli ve ürkütücü imajların iç içe geçtiği bir dünya.
‘TWIN PEAKS’: ESKİ DİZİ ANLAYIŞININ YIKIMI
Günümüzde David Lynch daha çok filmleriyle ün kazanmış olsa da belki de önce televizyon tarihine yaptığı büyük katkıyı vurgulamak gerekir. Birçok seyirci fark etmese bile, Lynch’in öncülük ettiği “televizyonda süreklilik ve derinlik” anlayışı, şu an alıştığımız nitelikli dizi formatının yolunu açmıştır.
1990’da Mark Frost’la birlikte yarattığı “Twin Peaks” hem Amerikan televizyonunun o dönemki tutucu yapısına karşı radikal ve yenilikçi bir işti hem de Lynch’in genel yapıtında sık sık karşımıza çıkan ana temaları ortaya koyuyordu: “Normal” gibi görünen gündelik hayatın ardında gizlenen karanlık, sapkınlık ve tehdit unsurları. Liseli Laura Palmer’ın cinayeti, birkaç bölümde çözülecek sıradan bir dizi alt konusu olmaktan çok, dizi boyunca derinleşen bir soruşturma haline geliyordu. Böylelikle her bölümü bağımsız olan eski “dizi” anlayışı yıkıldı; “Twin Peaks” sürükleyici, katmanlı ve yoruma açık bir hikayeyi tek bir bütün halinde sundu.
Kısa sürede kült mertebesine erişen “Twin Peaks”, o dönemin seyircisi üzerinde o kadar büyük etki yarattı ki daha sonra “The Sopranos” veya “Lost” gibi karmaşık dizilerin ortaya çıkmasında önemli bir dönüm noktası oldu. Bugün uzun soluklu ve detaylı dizileri “normal” buluyor olmamız, aslında Lynch’in televizyonu dönüştüren cesur öncülüklerine dayanıyor. 2017’de çekilen “Twin Peaks: The Return” bile bu mirasın devamı niteliğindeydi.
YARATICILIK ÖZGÜRLÜĞÜ
Genel olarak Lynch’in sinemasını incelersek, Hollywood’un yapım sistemine yönelik tuhaf ve çelişkili bir duruşu olduğu görülür. İlk uzun metrajı “Eraserhead” (1977), üniversiteden aldığı ufak burs dışında neredeyse kendi imkanlarıyla, güçlükle beş yılda tamamlandı. O karanlık, deneysel film, Lynch’in “babalık korkusu” temasını kabus gibi bir dünyada anlatıyordu. “Eraserhead” sayesinde keşfedilen Lynch, 1980’lerde “The Elephant Man” ve “Dune” gibi milyon dolarlık yapımların yönetmenliğini üstlendi. Ancak “Blue Velvet” (1986) ile yeniden büyük bütçeleri geri çevirip yaratıcılık özgürlüğünü tercih etti. Onu takip eden filmleri de genel olarak benzer bir özgürlük alanına sahipti. Nihayet 2006’da çektiği “Inland Empire” ise oldukça radikal ve son filmi sayılabilecek bir yapıttı ve neredeyse tamamen kendi finansmanıyla çekildi.
Lynch’in sinema dünyasında imza attığı iki başyapıtı seçip karşılaştırmak istersek, “Kayıp Otoban” (Lost Highway) ile “Mulholland Drive” iyi bir ikili oluşturur. Her ikisi de kimlik bunalımı, benlik çöküşü ve arzuların hüsrana uğraması etrafında döner. Birinde, Hollywood’da başarısız olmuş, kıskançlıkla yıpranan bir oyuncu; diğerinde karısını tatmin edemeyip paranoya rüzgarına kapılan bir müzisyen vardır. Sonunda ikisi de gerçeklikten kopup bir hayal alemine sığınır fakat bu rüyavari evren de paramparça olur.
KENDİ SEZGİLERİNE GÜVEN!
Sıklıkla Lynch filmlerine dair bir ön yargı dile getirilir: Onların “anlaşılmaz” olduğu, hiçbir zaman tam olarak çözülemeyeceği… Bu görüşe karşılık “Lynch filmleri hissedilir, analiz edilmez” gibi sözler de kullanılır. Aslında yönetmenin kendisi de filmlerinin farklı izleyicilerde ayrı anlamlar uyandırabileceğini, duygusal bir deneyim yaratmayı amaçladığını belirtir. Öte yandan başka demeçlerinde, filmlerinde her şeyin “tek doğru” açıklamaya olanak tanıyacak ipuçlarını barındırdığını da vurgular.
Belki de Lynch’in eserlerinin ardındaki en önemli sır, yönetmenin kendi sezgilerine tam bir güven duyması ve ortaya çıkan imgeleri sorgusuzca filmsel yapıya katmasıdır. Onunla çalışanların, çoğu zaman “Bu nasıl bir fikir?” diye düşünmeden projeye dahil olması gerekir. Biz seyircilerin ise çoğu zaman kendi sezgilerimize güvenmek yerine aşırı entelektüel açıklama aramaya kalkışmamız, filmleri “gizemli şifreler” olarak okumamıza yol açar. Oysa anlam, çoğu zaman zaten apaçık ortada duruyordur, rüya mantığının tüm belirsizliğine rağmen.