Kabuslardan güzelliğe: David Lynch
Lynch, rüyalarımızı gerçekliğe, kabuslarımızı güzelliğe çevirdi. Kırmızı perdeli odalarda yankı bulan anlatıları, beyaz perdelerde sonsuzlukta kendine bir yer buldu böylece, özlemle
Fotoğraf: Sasha Kargaltsev/Wikimedia Commons CC BY-SA 2.0
Gizem SERT
Boğaziçi Üniversitesi
Sessizliklerin gürültüsü, mavi satenlerin ve kırmızı ışıkların tekinsizliğiyle, bastırılmış arzularıyla, gerçeküstücülüğüyle, rüyaların büyüsüyle sinema tarihinin belki de en sıradışı filmografisini ortaya koyan, milyonların ilgi ve merakını kazanmış Amerikalı efsanevi yönetmen David Lynch, geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı. Lynch’i çoğumuz Twin Peaks adlı televizyon serisinden, Mavi Kadife, Mulholland Çıkmazı, Kayıp Otoban, Vahşi Duygular, Eraserhead gibi filmlerinden tanıyoruz. Bu yazı, bu kayba kalbi kırılanların Lynch’i bir kez daha anmasına, onu tanımayanlar için de “Medyanın bu kadar çalkalanmasına sebep olacak ne yaptı bu adam?” sorusuna cevap aramaya vesile olur umarız ki.
Bildiğimiz Hollywood sinemasının hikaye kalıplarının çok dışında bir adam David Lynch. Filmlerini izlerken sürekliliği bozuk, zaman ve mekanla derdi olmayan, anlam karmaşaları içerisinde hikayelere kaptırırız kendimizi. Modernizm altında ezilen insan ruhlarının karanlık öykülerini anlatırken ne anlattığının değil nasıl anlattığının derdine düşer. İnsanı nereye gittiği, ne yaptığıyla anlamaya çalışan, insanın maddi tepkileriyle ilgilenen biri aslında Lynch, tek bir replikle bir karakteri tanımlayabilen benzersiz anlar yaratan biri.
ABSÜRTLERİN İÇİNDEN TANIDIK SİMALAR YAKALAMAK
Hareket eden bir resmi gördüğü an sinema yapmaya karar veren bir ressam aynı zamanda. Bu yüzden filmlerinde bilinçaltı, imgeler, renkler ve renklerin çağrışımları her zaman büyük bir yer kaplar. David Lynch, yüzeyde görülen ile altında yatan gerçeklik arasındaki çelişki üzerine odaklanan bir yönetmen. Bu yüzden filmleri bir yandan çok tuhaf, ama bir yandan da çok tanıdık hikayeler anlatıyor. Bu yüzden hem ürkütücü hem de sıradan kalıyor. Filmleri, sessizlik anlarında dahi arka planda sürekli duyulan, iç mekânın sessizliğine gömülen, uğultulu rahatsız edici seslerle dolu. Amerika’nın modern yaşamını şiddet ve zulümle iç içe gösterir, içinde sadizm, ensest, cinayet, taciz ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi karanlık ögeler bulunur. Irk ve cinsiyet eşitsizliği gibi toplumsal sorunlara da değinir. Modernitenin faydalandığı, erkeklikle özdeşleşme meselesine saldırır yer yer. Küresel kapitalizmin yozluğuyla tartışmaya girer, onu ifşa eder. Yabancılaşmanın yüküyle hesaplaşır. Çoğu zaman kendisiyle de hesaplaşır. Ama bütün bunları fantezi, büyü, rüya içerisine harmanlar. Bu da Lynch’in filmlerini bu kadar çarpıcı hale getiren şey aslında. Kendisi bu motivasyonu şöyle ifade ediyor: “Modern dünyadaki en kötü şey, televizyonda izlenen ölümlerin acısız ve kansız olduğunun düşünülmesidir. Bunun çocuklara verdiği mesaj; birini öldürmenin o kadar da kötü olmadığı ve can yakmadığıdır. Bu büyük bir hastalık.”
Lynch'in filmleri, izleyiciyi rahatsız eden ve zaman zaman kafa karıştıran tekinsiz atmosferiyle tanınır, bu atmosferi çoğu zaman aynı aktöre birden fazla rol vererek oluşturduğu ikiz karakterlerle destekler. Akılcı ve modern bir sistem olarak sunulan kapitalizm, iki farklı kadının aynı bedende olması veya iki bedende tek bir kadının olmasını yadırgamayan bir irrasyonelliği içselleştiren bir sistem. Modernitenin tam kendisi yani. “Ben farklı insanlar olabilirim, farklı insanlar da ben olabilir.” İşte bunun krizini anlatıyor David Lynch. Onun filmlerinde kötüler saf kötüdür. Ancak bu kötü figürler dışsal değil, içseldir. Çoğunlukla karakterlerin karanlık dürtülerinin vücut bulmuş halinde ortaya çıkarlar. Çünkü onları yaşamın kendisinde vücut bulmaya biz davet etmişizdir. Lynch insan durumunun her yönünden bahsetmek istiyordu çünkü. Yer yer komik, yer yer ürkütücü ve heyecan verici yönlerini anlatmak istiyordu.
Lynch’in hemen her filminde oynattığı başrol oyuncusu Kyle MacLachlan, onu anarken şöyle diyor: “David, evrenle ve kendi hayal gücüyle, insanın en iyi versiyonu gibi görünen bir düzeyde uyum içindeydi. Cevaplarla ilgilenmiyordu çünkü soruların bizi biz yapan itici güç olduğunu anlamıştı.” Lynch’i izlerken bazen kafanız karışabilir veya anlatılanları anlamadığınız için öfkelenebilirsiniz. Ama bu filmler klasik Hollywood filmlerinde olduğu gibi oturup keyfini süreceğimiz filmler olmuyor zaten çoğu zaman. Kendi terimleriyle, kendi diliyle izleyerek iletişim kurmanız gereken filmler oluyor. Bu filmler hakkında ne dersek diyelim, hikayeler ve karakterler konuştuğumuz her şeyin sınırlarını aşarlar. Sinemanın başlı başına bir dil olduğunu ve başka hiçbir şeyle söylenemeyen, iletilemeyen duyguları ve düşünceleri ifade etmeye imkân verdiğini söyleyen David Lynch bile, bu dilin bir şeyleri açıklamakta yetersiz olduğunu sık sık bize hatırlatır.
Biz Lynch’in filmlerini, kendi argümanlarıyla, toplumsal konumlarıyla anlamaya çalışırız. O filmi izliyor olmanın bile bizi sunduğu argümanlar olur. Her şeyden bağımsız, bilgiye kimin sahip olduğu, kontrolü elinde bulunduranların kim olduğu, anlatıları değiştirecek güçlerin kimler olduğunu düşünmemiz için ısrar eder Lynch filmlerinde. Kötü karakterler çoğu zaman tanıdıktır, her yerdedir, senin bir şeyleri değiştirebilmene yarayacak araçları elinde bulundururlar, ama kullanamazlar. Bu pozisyon, her yerde egemen olup insanların davranışlarını şekillendiren bir güce işaret eder genelde. Arzuyu anlatır. Yönetmenlerin de bizim arzularımızı voyerist bir biçimde görsel zevklerimizin manipülasyonuyla şekillendirdiğini ifşa eder.
ANLAŞILMAK DEĞİL DÜŞÜNEBİLMEK İÇİN
David Lynch çoğu röportajında bir sinema filminde anlam aramanın anlamsızlığından ve anlamın öznel bir şey olduğundan da bahseder. Filmlerindeki soyut, düşsel unsurları kullanma alışkanlığı, hayatın kendisinin de içsel bir belirsizliğe sahip olduğunu düşünmesinden gelir. Ona göre anlam duygudadır. Anlamak için hissetmek gerekir. Bunu savundu hep David Lynch. Gördüklerimizi tanımlamaya çalışmak yerine hissetmemizi söyledi hep. Ancak bu, filmlerinin, temel tartışmalarının ne olduğunu görebilmeyi, onunla yüzleşebilmeyi, tartışabilmeyi mümkün kıldığı gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Umulmadık şeyler elbet gerçekleşir, filmler aniden şak diye bitiverir. Film bittikten sonra en az 4 gün düşünürüz mesela ortada bıraktığı soruları. Yapmaya çalıştığı yegâne şey de bu Lynch’in bizce. Anlaşılmak için değil üzerinde düşünülmek için oradadır filmleri. Hikayesi seyircinin izleme deneyimiyle değişir, gelişir, evrimleşir.
İşte böyle; David Lynch, uzun yıllar ressam, yönetmen ve yapımcı kimliğiyle yalnızca yaşadığı sanat hayatında bize anlamlı hikayeler anlatmadı, bizlere sinemayı kendi diliyle anlamayı, bir filmin sunduğu içeriği anlamaktan ziyade, asıl o filmi kullanarak yaşamın kendisini anlamlandırmayı, yani filmin kendisinin bize bir okuma metodu verdiğini de öğretti. Sinemanın, iletişimin en temel parçalarına inerek onu en ham haline getirdiğini öğretti. Öğretmekle kalmadı, rüyalarımızı gerçekliğe, kabuslarımızı güzelliğe çevirdi. Milyonlarca insana, yüz binlerce sanatçıya ilham oldu. Kırmızı perdeli odalarda yankı bulan anlatıları, beyaz perdelerde sonsuzlukta kendine bir yer buldu böylece; sevgiyle, umutla, özlemle.
“Akıp giden dünya hakkında endişelenme. Bu, hiçbir şey yapmadan oturacağın anlamına gelmiyor. Kıçını kaldırmalı ve işe koyulmasın. Ve ‘hayır’ı asla bir cevap olarak kabul etme. O fikirleri sinemaya veya bir resme ya da başka bir şeye aktar. Bunu başarmanın bir yolunu bul.”