Ortadoğu’da dengeler değişiyor, belirsizlikler derinleşiyor
Arap basınında bu hafta HTŞ'nin kendisini kabul ettirme çabaları, Suriyeli Kürtlerin durumu, Gazze'deki ateşkes ve Trump'ın bölgeye etkileri öne çıkan gündemler arasındaydı.
Fotoğraf: Nabiaha al Taha/AA
Yusuf ERTAŞ
Suriye’de iktidarı ele geçiren cihatçı örgüt Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) kendini kabul ettirme ve iktidarını sağlamlaştırma çabaları, 20 Şubat’ta yapılması beklenen Suriye Ulusal Konferansı ve Suriyeli Kürtlerin durumu, Gazze’de ateşkes anlaşması ile ilgili değerlendirmeler ve Yeni ABD Başkanı Trump’ın dönüşünün bölgeye etkileri Arap basınında öne çıkan gündem maddeleri oldu.
GAZZE’DEKİ ZAFERİN ÖLÇÜSÜ NEDİR?
Arap basınında en çok tartışılan konulardan birisi Gazze’de gerçekleşen ateşkes anlaşması. Filistin direnişine geniş bir perspektiften yaklaşan yazarlar Filistin davasının sürekliliğine dikkat çekiyorlar. Al Arabi Al Cedid Yazarı Ali Anuzla “Gazze’deki zaferin ölçüsü nedir?” başlıklı yazısında, “Filistinlilerin topraklarının işgal edildiği günden bu yana yürüttükleri savaşın, en nihayetinde bir varoluş savaşı” olduğuna dikkat çekti ve “Doğrudur, direniş henüz zafer kazanamamıştır, çünkü zafer yolu hâlâ uzundur. Ancak aynı zamanda yenilmemiştir. Öte yandan İsrail aldığı yoğun Amerikan ve Batı desteğine rağmen ne kazandı ne de kazanacak. Çünkü o, yenilmeyen ve kırılmayan bir halkın iradesine karşı savaşmaktadır. Bu, son yetmiş yılda İsrail’in test ettiği, ancak boyun eğdiremediği bir dirençtir” diye yazdı.
Başından beri Filistin direnişine karşı çıkanlar ise Gazze’de yaşananları büyük bir yenilgi olarak değerlendiriyorlar. Nitekim Middle East Online Yazarı Hayrullah Hayrullah bu uç örneklerden biri. Hayrullah, “Hamas’ın Gazze’de uğradığı yenilginin, eşi benzeri olmayan bir yenilgi” olduğunu iddia etti. Bazıları ise daha ara bir yerde duruyor ve zafer değil direniş demenin daha doğru olduğu görüşünde birleşiyor. Mısır merkezli Al Mısri Al Youm Yazarı Usame Garib “Zafer değil direniş” başlıklı yazısında “Gazze Şeridi, toz, taş ve moloz yığınına dönmüş durumda. Bunca yıkımla, mevcut durumu zafer olarak nitelendirmek oldukça zor. Gazze direndi ve Gazzelilerin direnişini kutlamaya hakkımız var” diye yazdı.
HTŞ’NİN TEK ORDU OLUŞTURMA ÇABASI
Öte yandan, Suriye’nin geleceği belirsizliğini koruyor. Bölgesel ve uluslararası güçlerin ittifakı ile Şam’a oturan HTŞ, bir yandan kabul görmek için yoğun bir diplomatik trafik yürütüyor diğer yandan Suriye’de iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor.
HTŞ içeride gücünü pekiştirmek için kendi çatısı altındaki milisleri ve dışında kalan güçleri tek bir Suriye ordusu çatısı altında birleştirmek istiyor. Ancak bu girişimin başarıya ulaşması kolay görünmüyor. Filistin merkezli Al Kuds Gazetesi Yazarı Kristin Hanna Nasr, “Suriye’nin mevcut tablosu birçok zorluğu yansıtmaktadır. Bu zorlukların başında, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de dahil olmak üzere farklı silahlı grupları tek bir ulusal ordu çatısı altında toplama çabası geliyor. Ancak, bu çaba, Türkiye’nin kuzey Suriye’ye yönelik devam eden saldırıları nedeniyle büyük engellerle karşılaşıyor. Aynı zamanda, bazı gruplar arasındaki iç direniş ve çıkar farklılıkları, askeri ve siyasi birleşmeyi daha da zorlaştırıyor” yorumunda bulundu.
TRUMP’TAN YERLEŞİMCİLERE AF HUSİLERE YAPTIRIM
İsrail, Trump’ın ABD başkanlığına dönüşünü büyük bir sevinçle karşıladı. Arap ülkelerinde ise temkinli bekleyiş hakim. Trump Yemen’de Husileri (Ensarullah) terör listesine alarak ve Filistinlilere karşı terör estiren faşist İsrailli yerleşimcilere karşı alınan yaptırım kararını kaldırarak bölgede nasıl bir yol izleyeceğinin işaretini verdi. Trump’ın dönüşü için Lübnan merkezli Al Ahbar Yazarı Hüseyin İbrahim, “Körfez, Trump dönemi için hazırlanıyor: Suudi-Katar rekabeti” başlıklı yazısında şu görüşlere yer verdi: “Trump ve yönetiminin, dört yıl önce tamamen çekilmeyi düşündükleri Ortadoğu’ya şimdi gösterdikleri yoğun ilgi, bu bölgenin önümüzdeki yıllar için düzenlenmesi adına yakın zamanda ortaya konacak büyük bir planın habercisi. Özellikle Rusların Suriye’den çekilmesi ve direniş güçlerinin en azından şu an için inisiyatifi kaybetmesi, bu durumu desteklemektedir.”
Bu arada, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, ülkesinin ABD ile önümüzdeki 4 yıl içinde 600 milyar dolar yatırım yapmayı planladığını ve ek fırsatların ortaya çıkması halinde bu rakamı arttırabileceğini söyleyerek dört gözle Trump’ın Körfez’e gelişini beklediğini ilan etti.
SDG VE YENİ SURİYE’NİN İNŞASI İÇİN OYNADIĞI ÖNEMLİ ROL
Kristin HANNA
NASRAl Quds/Filistin
Suriye bugün modern tarihinde en karmaşık dönemlerinden birini yaşıyor. Uluslararası ve bölgesel çıkarlar, iç siyasi ve sosyal dönüşümlerle kesişirken Beşar Esad rejiminin düşmesiyle Ahmed Şara (Colani) liderliğindeki Heyet Tahrir el Şam geçiş sürecinde baskın bir güç olarak ortaya çıktı. Bu durum, ülkenin geleceği ve yeni yönetimin şekli hakkında birçok soru işareti doğurdu.
Suriye’nin mevcut tablosu birçok zorluğu yansıtıyor. Bu zorlukların başında, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de dahil olmak üzere farklı silahlı grupları tek bir ulusal ordu çatısı altında toplama çabası geliyor. Ancak, bu çaba, Türkiye’nin kuzey Suriye’ye yönelik devam eden saldırıları nedeniyle büyük engellerle karşılaşıyor. Aynı zamanda, bazı gruplar arasındaki iç direniş ve çıkar farklılıkları, askeri ve siyasi birleşmeyi daha da zorlaştırıyor.
SDG’nin rolü yalnızca askeri boyutla sınırlı değil. SDG kontrolündeki bölgelerde uygulanan yönetim modeli, Suriye’nin Baas Partisi yönetimindeki geleneksel yönetim biçimlerinden oldukça farklı. Kaynak açısından zengin olan bu bölgelerde, katılımcı bir yerel yönetim modeli sergileniyor. Bu model, toplumun tüm kesimlerinin aktif katılımını teşvik etmekte, kadınların yanı sıra farklı etnik ve dini grupların rolünü ön plana çıkarıyor. Bu durum, önceki rejimin dışlayıcı politikalarının tam tersine bir yaklaşımı yansıtıyor.
Bölgesel düzeyde ise Kürdistan Demokrat Partisi Lideri Mesud Barzani’nin, SDG ile Türkiye arasında ara buluculuk yapma çabaları dikkat çekiyor. Barzani’nin bu girişimleri, Irak Kürdistan Bölgesi’nin Türkiye ile olan iyi ilişkilerinin yanı sıra SDG’nin ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon tarafından doğrudan desteklenmesi gibi hassas dengeleri içeriyor. Barzani’nin SDG Komutanı Mazlum Abdi ile gerçekleştirdiği görüşmeler, Suriye Kürtleri arasında içsel bir uyum sağlama çabalarını ortaya koymaktadır. Bu uyum, Suriye’nin geçiş sürecine olumlu bir katkı sağlayabilir.
Kürt liderlerin, özellikle Hoşyar Zebari gibi isimlerin, Kürtler arasındaki uzlaşının Suriye’nin iç istikrarına katkı sağlayacağına dair açıklamaları da bu bağlamda önemli. Böyle bir uzlaşma, Kürtlerin birleşik bir siyasi çatı altında toplanmasını ve geçiş sürecindeki müzakerelerde daha güçlü bir pozisyon elde etmelerini sağlayabilir.
Ancak SDG’nin karşı karşıya olduğu en büyük zorluklardan biri, Türkiye ile süregelen gerilim. Türkiye, SDG’yi ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görüyor ve SDG’nin PKK ile bağlantılı olduğunu iddia ediyor. PKK’nin kuzeydoğu Suriye’den çekilme teklifine rağmen, Türkiye’nin bu konudaki çekinceleri devam ediyor. ABD’nin Türkiye’ye yönelik baskıları, bu düşmanlığın hafifletilmesini amaçlasa da uzun vadeli bir çözüm henüz mümkün görünmüyor.
Suriye’deki bu dönüşümler, bölgesel ve uluslararası etkilerden ayrı düşünülemez. ABD ve Fransa’nın SDG’ye verdiği destek, Türkiye ile karmaşık ilişkilere yol açarken, yabancı güçlerin Suriye’den çekilmesine dair tartışmalar süregeliyor. Tüm bu faktörler, Suriye’nin geçiş sürecini hem zorlayıcı hem de belirleyici hale getiriyor.
Sonuç olarak, Suriye yeni bir siyasi dönemin eşiğinde. SDG, bu süreçte sadece askeri değil, siyasi ve sosyal alanlarda da kritik bir rol oynuyor. Gelecek tartışmalarda SDG, merkezi olmayan, çoğulcu ve toplumun tüm kesimlerine saygı gösteren yeni bir Suriye vizyonunun oluşturulmasında dengeleyici bir unsur olabilir.
20 Şubat’ta yapılması planlanan ulusal konferans, Suriye toplumunun tüm kesimlerini bir araya getirmeyi hedefliyor. Bu konferansın sonuçlarının, geçiş sürecini hızlandırması, yeni hükümetin kurulması ve yeni bir anayasanın hazırlanması yolunda önemli bir adım olması umut ediliyor.
GAZZE’DEKİ ZAFERİN ÖLÇÜSÜ NEDİR?
Ali ANUZLA
Al Arabi Al Cedid
Daha Gazze’de ateşkes yürürlüğe girmeden, yeni bir savaş patlak verdi; bu savaş, sözlü şiddet bakımından az önce sona eren savaştan aşağı kalır değildi. Sosyal medya platformlarında ve bazı Arap kanallarında, yaşananları Filistin direnişi ve halkı için bir zafer olarak görenlerle, bunu 1948’de tarihi topraklarının işgalinden sonra Filistin halkını vuran ikinci bir felaket olarak değerlendirenler arasında hararetli tartışmalar yaşandı. Bu tartışma kolay kolay sona ermeyecek, zira zamanı henüz erken. İsrail’in işlediği katliamlar durmuş olabilir, ancak siyonist varlık bölgeye yerleştiği günden bu yana süregelen savaş devam ediyor. Gazze halkına yönelik son saldırı, bu savaşın yeni bir bölümüydü ve geçici olarak altı hafta sürecek ateşkesin ardından, hatta belki daha önce, İsrail’in bu anlaşmayı ihlal etmesi durumunda yeniden başlayabilir. Nitekim İsrail’in siyasilerinin güvenilir olmadığını tarih defalarca kanıtladı.
Duygusal tepkilerden ve hislerden uzak bir şekilde, mevcut durum kayıp ve kazanç hesaplarıyla ölçülmez, çünkü Filistinlilerin topraklarının işgal edildiği günden bu yana yürüttükleri savaş, en nihayetinde bir varoluş savaşıdır: Ya var olacaklar ya da olmayacaklar. İsrail’in bu varlığını bölgeye yerleştirdiği günden itibaren bölge halklarına yönelik saldırıları, kendi varlığını kanıtlama ve şüpheli meşruiyetini kabul ettirme çabasından başka bir şey değildir. Bu, iradeler arasındaki bir çatışmadır: İşgalin varlığını, kontrolünü ve üstünlüğünü dayatma iradesi ile Filistin halkının kendi topraklarında onur ve özgürlük içinde yaşama ve kaderini tayin etme iradesi arasındaki bir mücadele.
Yakın ve uzak tarihte, sömürgeci güçlerin hırslarını gerçekleştirmek için korkunç katliamlar işlediğini, ancak sonunda başarısızlığa ve yenilgiye uğradığını gösteren sayısız örnek bulunmaktadır. Buna karşılık, özgürlükleri ve onurları için mücadele eden ve büyük bedeller ödeyen tüm halkların iradesi eninde sonunda galip gelmiştir. Cezayir deneyiminden Vietnam deneyimine ve nihayetinde devam eden Filistin destanına kadar, tüm bu mücadeleler zaferle sonuçlanmıştır. Bu mücadele de zaman alabilir, ancak er ya da geç zaferle taçlanacaktır.
ABD, Vietnam Savaşı’nda üç milyon Amerikan askeri seferber etti ve aşırı derecede ölüm ve yıkıma yol açan her türlü yöntemi kullandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında atılan bombaların iki katı kadar bomba, korkunç napalm, kimyasal silahlar ve yaprakları eritmek için kullanılan zehirli maddeler dahil olmak üzere Vietnam’a atıldı. Buna rağmen, dünyanın en büyük askeri gücü, tarihindeki en acı yenilgilerden birini yaşadı. Bugün tarihin hatırladığı şey, Amerikan sineması tarafından ölümsüzleştirilen korkunç Amerikan savaş suçlarıdır.
Buna karşılık, dünya üzerindeki tüm özgür halklar, Vietkong’un cesaretini, azmini ve sabrını takdir ederek, Vietnamlıların direnişinden övgüyle bahsetmeye devam ediyor. Vietnamlıların Lideri Ho Chi Minh, dünyanın dört bir yanında direnişin ve mücadelenin sembolü haline geldi. Öte yandan, Amerikan generalleri ve askeri liderleri, kimliksiz savaş suçluları olarak hatırlanıyor. Vietnamlılar zaferleri için ağır bir bedel ödedi: 2.5 milyondan fazla insan öldü, binlerce yerleşim yeri yok oldu ve hâlâ ölüm saçan uzun vadeli etkiler devam ediyor.
Vietnam Savaşı, modern tarihin en kanlı savaşlarından biriydi; ancak tarih kitapları, bu savaşı Amerika’nın yaşadığı en büyük yenilgi olarak hatırlar. Ho Chi Minh, Amerikalılara şöyle derdi: “Bizim her on adamımızı öldürebilirsiniz; buna karşılık biz sadece bir adamınızı öldürebiliriz. Ama bunu yapsanız bile, siz kaybedeceksiniz ve biz kazanacağız.”
Sonunda, “ Ho Amca” lakabıyla anılan karizmatik Vietnam liderinin bu kehaneti gerçekleşti. Ne var ki Ho Chi Minh, bu zaferi asla göremedi; savaşın ortasında, 79 yaşında, hastalığı nedeniyle yatağında hayatını kaybetti.
Gazze’deki Filistin direnişinin gerçekleştirdiği olağanüstü kahramanlıklar, “Vietkong” kahramanlıklarından aşağı kalır bir şey değildir. Filistinlilerin, cehennem gibi geçen 15 ay boyunca gösterdikleri destansı direniş, sabır, kararlılık ve mücadele, Vietnamlıların direnişlerini zafere ulaştırmak ve bağımsızlıklarını kazanmak için verdikleri çabadan az değildir.
Varoluş savaşlarında zafer ölçüsü, kayıp ve kazanç hesaplarıyla değil; hayatta kalma, devamlılık, ilkeye sadakat ve boyun eğmeme ile belirlenir. Filistin direnişi, beyaz bayrak kaldırmamıştır. Gazze’de dökülen kan, acılar ve yaralara rağmen, hâlâ müzakere etmekte ve işgalci ile onun ABD ve Batı’daki destekçilerine kendi şartlarını dayatmaktadır.
Doğrudur, direniş henüz zafer kazanamamıştır, çünkü zafer yolu hâlâ uzundur. Ancak aynı zamanda yenilmemiştir. Öte yandan, İsrail, aldığı yoğun Amerikan ve Batı desteğine rağmen, ne kazandı ne de kazanacak. Çünkü o, yenilmeyen ve kırılmayan bir halkın iradesine karşı savaşmaktadır. Bu, son yetmiş yılda İsrail’in test ettiği, ancak boyun eğdiremediği bir dirençtir.
Doğru, bedel ağırdı; 160 binden fazla şehit, yaralı ve kayıp, bunların çoğu kadınlar ve çocuklardı, Gazze’nin tamamı yok edildi. Ancak Filistin halkının Gazze’deki ve tüm Filistin topraklarındaki iradesi yenilmedi, Filistin direnişi aldığı tüm darbeler ve kaybettiği liderlere rağmen teslim olmadı. Diğer tarafta ise İsrail, bugün içsel olarak en kötü durumunda, kendi içinde bölünmüş, halkı varoluşsal bir korku içinde yaşıyor ve siyasi ile askeri liderleri, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle uluslararası tutuklama emirleriyle yüzleşecek. Ülkesi ise Uluslararası Adalet Divanı önünde soykırım suçlamasıyla karşı karşıya.
İsrail, iki temel unsura dayalıdır: güvenlik ve meşruiyet. Gazze’ye karşı işlediği suçlu savaşında, hiçbirini elde edememiştir; bugün, 7 Ekim 2023’ten önce olduğundan daha güvensizdir. Ayrıca, bölgedeki tüm halklardan düşmanlar edinmiş ve bu düşmanlıklar gelecek nesillere aktarılacaktır. Meşruiyeti ise bugün büyük bir soru işareti altındadır, çünkü sarsılmış ve küresel çapta lekelenmiş bir imajı vardır; işlediği suçlar, dünyanın dört bir yanındaki insanların toplu hafızasında unutulmaz şekilde kalacaktır. Filistin direnişi, ister “Hamas”, ister “İslami Cihad” veya yarın başka bir adla anılsın, düşmanlardan ve iş birlikçilerden ne kadar darbe alırsa alsın, ne kadar liderini kaybederse kaybetsin, Filistin iradesi var olduğu sürece devam edecektir. Bu irade ölümsüzdür ve nihayetinde zafer kazanacaktır.
İSRAİL GAZZE’DEN BATI ŞERİA’YA... GERGİNLİK İÇİN İKİ HEDEF VE YENİ BİR ZEMİN HAZIRLIĞI MI?
Jad H. FEYYAD
Annahar/Lübnan
İsrail’in yeni Ortadoğu’yu şekillendirme hareketi, hızlı bir dinamizme sahip. Lübnan’daki Hizbullah ile ateşkesten sonra İsrail, güney Suriye’ye yönelik operasyonlarına başladı. Hamas ile savaşın sona ermesinin ardından Batı Şeria’da operasyonlar başlattı. Tüm bu savaşların amacı, güç dengesini değiştirmek ve İsrail’in bölgedeki stratejik projelerini uygulamaya koymaktır; bu projeler, etki alanını genişletme, doğal kaynakları kontrol etme ve bölgesel ile uluslararası güç dengelerini değiştirme amacını gütmektedir.
Gazze’deki ateşkes anlaşmasının ardından başlatılan Batı Şeria operasyonları, Ortadoğu sahnesinden ayrı düşünülemez. İsrailliler, Filistinliler ile yerleşimciler arasındaki şiddet olaylarını kontrol etme çabaları ve Cenin’de faaliyet gösteren Hamas’a yönelik önleyici operasyonlar gibi çeşitli bahaneler sundular, ancak İsrail’in stratejik amacı Batı Şeria üzerinde kontrol sağlamak ve egemenlik dayatmaktır.