Filistin mücadelesi neden dünya işçilerinin meselesidir?
Trump’ın Gazze Şeridi’nin kontrolünü ele geçirme planı hâlâ Arap basını gündeminde ön sıralarda. Bir başka tartışılan konu ise Suriye'deki HTŞ yönetiminin yurt dışı temasları.
![Filistin mücadelesi neden dünya işçilerinin meselesidir?](https://staimg.evrensel.net/upload/dosya/284117.jpg)
Fotoğraf: Pixabay
Yusuf ERTAŞ
ABD Başkanı Donald Trump’ın Gazzelileri zorla göç ettirme ve Gazze Şeridi’nin kontrolünü ele geçirme planı hâlâ gündemde. Suriye ise kendini ülkenin geçici devlet başkanı ilan ettiren Muhammed Ebu Colani (Ahmet Şara) önce Suudi Arabistan ardından Türkiye’ye yaptığı ilk yurt dışı gezileri ile gündem oldu.
Antiemperyalist mücadele ve işçiler
Middle East Online Yazarı Samir Adel, “Yeni bir Adolf Hitler doğuyor” başlıklı yazısında “Trump’ın Ortadoğu’daki projesinin, Hitler’in holokostta işlediği suçlardan daha az vahşi olmayan bir Nazi politikasını yansıtmakta” olduğunu yazdı. Trump’ın Gazze dışında da birçok ülkeyi ekonomik baskıdan ilhaka kadar birçok tehdit savurmasının ve “eşkıya barışı” dayatmasının ABD’nin gerileyen hegemonyasını kurtarmayı amaçlayan stratejisini yansıttığına dikkat çekilirken, “Trump’ın politikalarına, özellikle de İsrail’in faşist projesiyle uyumlu olan ve Filistin halkını ve davasını tasfiye etmeyi amaçlayan planına karşı mücadele, mücadelenin temel ve öncelikli bir meselesidir. Özellikle de küresel işçi sınıfı açısından, çünkü bu sınıf, ABD’nin yeni yönetiminin emperyalist politikalarına karşı durmada doğrudan bir çıkara sahiptir” denildi.
Filistin merkezli Al Kuds’un başyazısında da, “Filistin’in kaderini belirleyecek olan tek taraf, bu toprakların asıl sahibi olan Filistin halkıdır. Gazze ne satılıktır ne de pazarlık veya ticaret konusu olabilir” ifadesine yer verildi.
Trump planına karşı uluslararası tepki fırtınası
Bu arada Trump’ın planı uluslararası toplumda geniş bir tepki fırtınasına yol açtı. Birleşmiş Milletler, Çin, Rusya ve Washington’un müttefiki olan Avrupa ülkelerinden planı kınayan, reddeden ve tehlike konusunda uyarılar yapan açıklamalar geldi. Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Filistin yönetimi de plana ve tüm zorla göç ettirme ile toprak ilhakı girişimlerine kesin olarak karşı olduklarını açıkladılar.
Riyad ziyareti ‘Ankara’nın yönlendirmesi’ mi?
Öte yandan 18 silahlı örgüt tarafından Suriye’nin geçici devlet başkanı ilan edilen Colani ilk yurt dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a, ikinci ziyaretini ise Türkiye’ye yaptı. Her ne kadar ilk ziyaretin Suudi Arabistan’a yapılması Türkiye’nin yeni Suriye yönetimi üzerindeki etkisinin zayıflaması olarak görülse de, Colani’nin bu tercihinin Türkiye’nin rızası ve yönlendirmesi ile yapıldığına dair iddialar da var. Türkiye’yi yakından takip eden Lübnanlı Yazar ve Akademisyen Muhammed Nureddin, Lübnan merkezli Al Ahbar gazetesindeki yazısında ziyaret sıralamasının “tesadüf” olmadığını belirtti. Nureddin, “Görünüşe göre Şara’nın Suudi Arabistan’a gerçekleştirdiği ziyaret kendi inisiyatifiyle değil, Ankara’nın yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir” iddiasında bulundu. Lübnan merkezli En Naşra yYazarı Maher El Hatib ise Colani’nin, “Türkiye’nin nüfuz alanından çıkamayacağına, ancak aynı zamanda Suudi desteğinden de vazgeçemeyeceğine” işaret etti.
Yeni bir Adolf Hitler doğuyor
Samir Adel
Middle East Online
Savaşlar, insanlar üzerinde egemenlik kurmanın en kolay yollarından biridir.
Trump’ın Ortadoğu’daki projesi, yaklaşık iki milyon insanın Gazze Şeridi’nden zorla göç ettirilmesini hedefleyen bir girişim olup, ister siyasi çıtayı yükseltme ve Arap ülkelerinden tavizler koparma girişimi olsun, ister İsrail’deki ırkçı sağın duygularını okşama çabası olsun, isterse birçok kişinin hayal ürünü olarak gördüğü gerçek dışı bir fikir ya da ciddi bir proje olsun, Hitler’in holokostta işlediği suçlardan daha az vahşi olmayan bir Nazi politikasını yansıtmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da Nazi savaş suçlularını yargılamak üzere kurulan Nürnberg Mahkemesine göre Trump’ın projesi insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına giriyor ve uygulanması halinde yargılanmayı hak ediyor.
Gazze Şeridi’ni sakinlerinden arındırarak kapitalist Amerikan, İsrail ve diğer şirketler için kâr getiren turistik tatil köylerine dönüştürmeyi amaçlayan cehennemvari proje, Amerikan yönetiminin politikalarının Adolf Hitler liderliğindeki Nazi partisinin dünya istilasına yönelik siyasetiyle örtüştüğünün tek kanıtı değildir. Donald Trump’ın Panama’ya karşı askeri güç kullanma, Danimarka’ya bağlı Grönland’ı işgal etme, Kanada’yı ABD’nin elli birinci eyaleti olarak ilhak etme tehdidi; Kanada, Meksika, Çin, Avrupa Birliği ve İngiltere’ye, ABD’nin lehine olan anlaşmalar için kendi koşullarını yerine getirmedikleri takdirde vergi uygulama ve özünde “eşkıya barışı” anlamına gelen “güç yoluyla barış” sloganını yükseltmesi, yeni ABD yönetiminin ABD’nin küresel sistemdeki konumunu güçlendirmeyi ve gerileyen hegemonyasını kurtarmayı amaçlayan stratejisini yansıtmaktadır.
Hitler’in politikası, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından yeniden konumlandırılmasını amaçlıyordu. 1929’da kapitalist sistemi vuran ekonomik kriz, tıpkı Donald Trump’ın yükselişinde olduğu gibi popülist ve sağcı partilerin yükselişinin önünü açmada önemli bir rol oynadı.
Başka bir deyişle, Hitler de Trump gibi, iç ekonomik krizi ve devletin küresel sistemdeki konumunun gerilemesini ifade eden popülist bir söylemle iktidara geldi. Ekonomik kriz, Almanya’da fabrikaların kapanmasına ve işsizlik oranının yüzde 30’a yükselmesine yol açarak yoksulluk ve sefaletin yayılmasına neden oldu. Hitler, bu durumu istismar ederek “Alman onurunun intikamını alma” sloganını yükseltti. Aynı yöntemle, ekonomik krizin varlığına rağmen Almanya’daki kadar derin olmasa da Trump, “Amerika’yı yeniden harika yapacağını” ilan ederek ve kabadayılık politikası izleyerek iktidara tırmandı.
Göreve başlama konuşmasında Trump, 1898’de sömürgelerini ele geçirmek amacıyla İspanya’ya karşı savaş başlatan ABD’nin 25. Başkanı William McKinley’i övgüyle anmıştı. Bu savaş sonucunda ABD, Guam, Hawaii, Filipinler ve Porto Riko’yu işgal etmiş ve İspanya’yı buralardan çekilmeye zorlamıştı. Aynı zamanda, Batılı ülkelerden ithal edilen mallara da vergiler koymuştu.
Trump, Hitler’in ırkçı yaklaşımı ile McKinley’nin yayılmacı politikasını birleştirmeye çalışmaktadır. Nasyonal sosyalizm (Nazizm) düşüncesine ne kadar yakınsa, McKinley’nin siyasi ve askeri anlayışına da o kadar yakındır. Hitler, Almanya’nın itibarını yeniden kazandırma bahanesiyle Avrupa ülkeleriyle yapılan tüm anlaşmaları hiçe sayarak onlara savaş açmıştı. Trump da aynı yolu izleyerek, “Önce Amerika” sloganıyla ABD’nin müttefiklerine karşı benzer bir tutum sergilemektedir.
Trump’ın politikalarının başarılı olup olmamasından bağımsız olarak, bu politikalar kapitalist sistemin doğasının bir parçasıdır ve küresel emperyalist güçler arasındaki ilişkilerde tekrarlanan bir siyasi yöntemdir. Bu politikaların yükselişi veya gerilemesi, siyasi ve ekonomik nüfuz mücadelesinin düzeyine bağlı olarak şekillenir.
Ancak bu siyasetin asıl tehlikesi, yerel milliyetçi eğilimleri küresel ölçekte güçlendirmesinde ve İslamcılığı bir düşünce ve siyasi alternatif olarak yeniden üretmesinde yatmaktadır. İslamcılık, ulusal adaletsizlikleri -başta Filistin meselesi olmak üzere- istismar ederek varlığını meşrulaştırmaya ve nüfuz alanını genişletmeye çalışmaktadır.
Her iki durumda da, hem yerel milliyetçilik hem de siyasal İslamcılık, eşitlik, işçi ve kadın hareketleri için bir tehdit oluşturmaktadır; çünkü bu hareketlerin mücadelelerini saptırmaya veya kuşatmaya ve içeriklerinden boşaltmaya çalışmaktadırlar.
Trump’ın politikalarına, özellikle de İsrail’in faşist projesiyle uyumlu olan ve Filistin halkını ve davasını tasfiye etmeyi amaçlayan planına karşı mücadele, mücadelenin temel ve öncelikli bir meselesidir. Özellikle de küresel işçi sınıfı açısından, çünkü bu sınıf, ABD’nin yeni yönetiminin emperyalist politikalarına karşı durmada doğrudan bir çıkara sahiptir. Bu yönetim, yanıltıcı propagandasıyla, küresel kapitalist sistemin gerçek özünü gizlemeye çalışmaktadır. Oysa bu sistem, ekonomik, siyasi, sosyal, ulusal, ırksal, cinsiyetçi ve dini her türlü adaletsizliği dayatmaksızın ve hegemonya savaşları yürütmeksizin varlığını sürdüremez.
Trump’ın kuruntusu bir savaş ilanı
Al Kuds
Başyazı/Filistin
ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile görüşmesinin ardından yaptığı ve Gazze Şeridi’nden Filistinlilerin zorla göç ettirilmesi ile ABD’nin bölgeyi kontrol etmesi yönündeki taleplerini yinelediği açıklamaların, diğer haberlerin önüne geçmesi doğaldır. Bu tür tehlikeli açıklamaların yol açtığı Filistin, Arap ve uluslararası düzeydeki sarsıntılar ile fırtına gibi gelen tepkiler; eleştiriler, kınamalar ve lanetlemelerle Trump’ın, Netanyahu ve İsrail’i memnun etmek için gerçekleştirmeye çalıştığı şeyin Filistin halkına karşı bir savaş ilanı olduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir.
Filistin’in, tarih boyunca zorla göç, tehcir ve etnik temizlik konusundaki tutumu her zaman net olmuştur: Bu tür karanlık projeler, başta Trump’ın uygulamakta ısrar ettiği plan olmak üzere, kesin bir şekilde reddedilmiştir. Filistin halkı, başkenti Kudüs olana, bağımsız devletini kurana ve mültecileri geri dönene kadar vatanına, toprağına ve kutsal değerlerine bağlı kalmaya devam edecek; hiçbir otoriteye veya uluslararası baskıya boyun eğmeyecektir.
Filistin halkı, toprağına ve vatanına sıkı sıkıya bağlı kalacak, her bir zerresine sahip çıkacaktır. Trump ise kaçınılmaz olarak gidecek ve en nihayetinde Beyaz Saray’da kalmayacaktır. Filistin’in kaderini belirleyecek olan tek taraf, bu toprakların asıl sahibi olan Filistin halkıdır. Gazze ne satılıktır ne de pazarlık veya ticaret konusu olabilir.
Türkiye mi, Suudi Arabistan mı: En güçlü kart kimin elinde?
Maher El Hatib
En Naşra/Lübnan
Suriye’nin geçici cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduktan hemen sonra Ahmed Şara (eski adıyla Ebu Muhammed Colani) ilk yurt dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapmayı tercih etti ve ardından iktidar mücadelesinde en büyük destekçisi olan Türkiye’ye geçti. Pek çok analizde, özellikle önümüzdeki dönemde, mali açıdan Suudi Arabistan’a duyulacak ihtiyaç nedeniyle Ankara’nın onu Riyad’dan başlaması konusunda teşvik ettiği öne sürüldü.
Burada, güvenlik sorununun yanı sıra, Ahmed Şara’nın karşı karşıya olduğu en büyük zorluğun yeniden inşa süreci olduğunu belirtmekte fayda var. Bu bağlamda, Suudi Arabistan, mali açıdan yardım edebilecek tek ülke olmasa da yardım etme kapasitesi en yüksek ülke olarak öne çıkmaktadır. Ancak Riyad, karşılıksız hizmet sunmaya niyetli değildir. Bu durum muhtemelen Colani’yi Suriye’nin dış yardıma bel bağlamak istemediğini, bunun yerine yatırım çekmeyi ve ekonomisini sürdürülebilir bir temelde yeniden inşa etmeyi amaçladığını söylemeye itti.
Bu bağlamda konuyu takip eden kaynaklar En Naşra aracılığıyla, bu meselede temel sorunun Ahmed Şara’nın birden fazla faktör arasında denge kurma yeteneği olduğunu vurgulamaktadır. Zira o, Türkiye’nin nüfuz alanından çıkamaz, ancak aynı zamanda Suudi desteğinden de vazgeçemez. Bu durum, en büyük etkiyi kimin sağlayacağı sorusunu gündeme getirmektedir: Riyad, Ankara’nın ardından ikinci oyuncu olmayı kabul edecek mi, yoksa Türkiye, mali yükü taşıyamayacağı için geri adım atarak ikinci plana düşmeyi göze alacak mı?
Aynı kaynaklara göre, Suudi Arabistan bu denklemin en güçlü tarafı gibi görünmektedir. Zira geçmiş yıllarda olduğu gibi bu sahadan yeniden uzaklaşma politikasına dönebilir. Suudi Arabistan bunu, karşı tarafın kendisine ihtiyaç duyduğunu, ancak kendisinin karşı tarafa bağımlı olmadığını göstermek için yapmaktadır. Dahası, Suudi Arabistan’ın desteği olmadan otoritenin pekiştirilmesi mümkün değildir. Özellikle de Riyad, dilediği takdirde, geniş bir oyuncu yelpazesine dayanarak kendi nüfuzunu inşa etme kapasitesine sahiptir.
Bu kaynaklara göre, Suriye bugün bir devletten ziyade bir mücadele sahasıdır. Zira yeni yönetim, şu ana kadar ülkenin tamamında nüfuzunu tesis edememiş ya da bunu yapabilecek güce sahip değildir. Bu durum, belirli mezhepsel veya etnik unsurları destekleyebilecek dış aktörlerin çoğalmasına kapı aralamaktadır. Kaynaklar şu değerlendirmeyi ekliyor: “Riyad da, eğer isterse, nüfuz alanı içinde birden fazla oyuncuya sahip olma kapasitesine sahiptir. Üstelik bunu isteyen birçok taraf bulunmaktadır.”
ABD her koşulda kazanan taraf
Türk ve Suudi taraflarının yanı sıra, bu sahadaki diğer aktörleri, özellikle İsrail ve ABD’yi göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak ABD, durumu kontrol etme kapasitesi en yüksek olan taraftır. Bu nedenle diğer aktörler onun belirleyeceği genel çerçevenin dışına çıkamaz. Dolayısıyla, gelecekte gelişmeler hangi yönde ilerlerse ilerlesin, ABD her koşulda kazanan taraf olacaktır.
Bu bağlamda, diğer kaynaklar Suudi Arabistan’ın yönelimini daha iyi anlamak için iki faktörden yola çıkmaktadır. Birincisi, Suriye’deki önceki rejimin düşmesiyle yaşanan dönüşümün hemen ardından Riyad’ın Lübnan dosyasına geri dönme hamlesidir. Bu adım, yeni durumun Lübnan üzerindeki etkisini önleme isteği olarak yorumlandı. İkincisi ise, Suudi Arabistan’ın Şam’a gitmekte gecikmemiş olmasıdır. Ancak aynı zamanda, bazı sızıntılar üzerinden yeni yönetimin henüz test aşamasında olduğu yönünde bir değerlendirme de yapıldı.
Sonuç olarak, bu kaynaklar, Suudi Arabistan’ın sahada doğrudan bir varlığı olmasa da en güçlü koza sahip olduğunu değerlendirmektedir. Özellikle de Suriye’deki yeni yönetimin sergileyeceği tutuma bağlı olarak başvurabileceği çeşitli seçeneklere sahip olması bu durumu pekiştirmektedir. Kaynaklar şu ifadeyi ekliyor: “Denklem açık: Kesin ve koşulsuz bir destek söz konusu değildir, aksine adım adım ilerleyen bir politika hakim olacaktır.”
Suriye bölgesel çekişmelerin esiri
Muhammed Nureddin
Al Ahbar/Lübnan
Suriye Devlet Başkanı sıfatıyla Ahmed Şara (Colani) tarafından gerçekleştirilen ilk yurt dışı ziyareti Suudi Arabistan’a oldu. Ondan önce Dışişleri Bakanı Esad Şibani de aynı ülkeyi ziyaret etmişti. Bugün (Ziyaret 4 Şubat’ta gerçekleşti) ise “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin geçici başkanı” olarak Ankara’ya gidiyor. Daha önce Şibani de Suudi Arabistan’ın ardından Ankara’yı ziyaret etmişti.
Ziyaretlerin önce Suudi Arabistan’a, ardından Türkiye’ye yapılması tesadüf değildir. Özellikle de Körfez ülkeleri ve Mısır’ın, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “saldırısı” karşısında (gerek açık gerekse örtülü şekilde) duyduğu rahatsızlık göz önüne alındığında... Türkiye’nin Suriye’yi adeta kendi “himayesi” altına almış gibi göstermesi ve güvenlikten orduya, ekonomiden kamu hizmetlerine, yönetimden anayasaya ve yasalara kadar tüm alanlar için kapsamlı planlar yapması, bu hoşnutsuzluğu artırmıştır.
Görünüşe göre Şara’nın Suudi Arabistan’a gerçekleştirdiği ziyaret kendi inisiyatifiyle değil, Ankara’nın yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Türkiye, Riyad, Abu Dabi ve Kahire’nin öfkesini yatıştırmayı tercih etmektedir. Aksi takdirde, bu rekabetin açık ve doğrudan bir düşmanlığa dönüşebileceğini hesap etmektedir. Özellikle güneyde Suudi Arabistan’a yakın silahlı ve sivil unsurların varlığı ve Riyad ile Abu Dabi’nin, gerekmesi halinde Kürt YPG güçlerine destek verme ihtimali Türkiye açısından endişe kaynağıdır.
Daha önce Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Şam’a ziyaret gerçekleştirmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Suriye başkentini ziyaret edebileceği yönünde bir beklenti oluşmuştu. Ancak Türk medyası, Cumhurbaşkanının “Ziyareti çevreleyebilecek güvenlik endişeleri” nedeniyle bu planı ertelediğini bildirdi.
Evrensel'i Takip Et