EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan: Tek adamla mücadele sandıkla sınırlanamaz
EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan: "Tek adam iktidarını, sermayenin oluşturduğu Erdoğan-Şimşek programını çöpe atacak kitlesel mücadelenin zemini fazlasıyla var."

Fotoğraf: Yusuf Aslan
Birkan Bulut
bulutbirkan06@gmail.com
Erdoğan-Şimşek programının yoksulluk dayatmasını kırmaya çalışan işçiler birçok fabrikada grev ve direnişlerle mücadele ederken, siyasette ise erken seçim, adaylık ve çözüm tartışmaları sürüyor. İşçi hareketine de muhalefetteki belediyelere ve partilere de baskıları artıran iktidar, tek bir aykırı sesin çıkmayacağı adeta padişah yetkileriyle donatılmış bir rejime giden yolu adım adım döşüyor.
Gündemdeki gelişmelere dair sorularımızı yanıtlayan Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Seyit Aslan, artan direniş ve grevlere dikkat çekerek, “Tek adam iktidarına, sermayenin oluşturduğu Erdoğan-Şimşek programını çöpe atacak kitlesel mücadelenin zemini fazlasıyla var. Şimdi metal işçisinin, Antep işçisinin aldığı tutum üzerinden birleşmek gerekiyor” dedi.
Erken seçim ve adaylık tartışmalarına ilişkin ise Aslan, tek adam iktidarının faşist ve gerici bir sistem inşa etmeye çalıştığı koşullarda sorunu sadece sandıkla sınırlamanın Erdoğan’ın ekmeğine ballı kaymak sürmek olacağını söyledi.
Bütün partiler halkın gündeminin geçim kaygısı olduğunu söylüyor. Hatta Erdoğan bile halktan sabretmesini istiyor, ekonomide pembe tablo çizmekte zorlanıyor. Asgari ücrete yapılan artış, toplu sözleşme süreçleri ve ek zam mücadelelerine baktığımızda işçi hareketindeki son gelişmeleri nasıl okuyorsunuz?
Geçim derdi olduğu çok açık. Çarşı-pazar ateş pahası, mutfakta yangın var. Dün gidip aldığın bir ürünü bir hafta sonra aynı fiyata almak mümkün değil. Erdoğan-Şimşek programı yoksullaştırıyor, geçimi zorlaştırıyor. Birleşik Metal-İş Sendikasının araştırmasına göre açlık sınırı 21 bin 553 lira, yoksulluk sınırı 74 bin 552 lira. Başka sendikaların hesaplamaları da var. Bu hesaplamalar da 21 bin ile 30 bin lira arasında değişiyor. Ancak 22 bin 102 lira asgari ücrete mahkum edilen işçilere bir yıl boyunca açlık sınırının altında ücret dayatıldı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan “Temmuzda değerlendirme yapacağız” diyerek olası kitlesel eylemlerin ve mücadelenin önüne geçmek istiyor. Bu tamamen bir oyun ve tuzak. İşçiyi beklentiye sokarak mücadelenin önüne geçmek istiyorlar. Ama şunun altını çizmek istiyorum; bu yoksullaştırma ve baskı politikaları karşısında işçi sınıfımız direniyor ve mücadele etmekten geri adım atmıyor.
"İşçi hareketi mayalanıyor"
2024 yılı direniş ve mücadelelerle geçti. Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin grev yasağını yırtıp atması ve grevlerini fiilen sürdürerek kazanımla sonuçlandırmaları işçi sınıfının mücadele tarihine yazıldı. Çayırhan Termik Santrali işçilerinin özelleştirme karşısında mücadelesi önemli bir çıkış oldu. Sendikalaşma mücadeleleri birçok iş kolunda devam ediyor. Antep valisinin eylem yasağı da iktidarın patronların devleti olduğunu herkese bir kez daha açıkça gösterdi. Asgari ücret zammını yeterli bulmayan ve zam talep eden Antep işçilerinin yaktığı ateş, bize şunu gösteriyor: İşçi hareketi içinde giderek mayalanan ve açığa çıkma potansiyeli giderek artan bir sürecin içindeyiz. Yine 2024 yılında kamuda, savunma, demir yolu, kara yolları işçilerinin başlattığı ama sendikal bürokrasi tarafından bastırılan mücadele, yüz binlerce kamu işçisinin TİS sürecine girmesi, iktidarın enflasyonu baskılaması, düşük ücret dayatmalarına karşı kitlesel eylemleri bağrında taşıyan bir süreç var. Emekli zaten yok sayılıyor, milyonlarca emekli açlık sınırındaki ücrete bile ulaşamıyor. Düşük enflasyonla milyonlarca kamu emekçisinin ücreti yerinde saydı. Dolayısıyla ülkedeki milyonlarca işçi ve emekçi, düşük ücret, yoksullaştırma, özelleştirme, sendikasızlaştırma, grev yasaklarına karşı mücadele içinde.
Peki bu mücadeleler neden birleşmiyor?
Aslında birleşik bir mücadelenin zemini düne göre daha fazla. Genel grev ve genel direnişin koşulları giderek olgunlaşıyor. Burada sendikaların ve meslek örgütlerinin bölünmüş yapısı, kimi sendikaların iktidarın yörüngesinden çıkmamaları, süreci baltalıyor. Tek adam iktidarının, sermayenin oluşturduğu Erdoğan-Şimşek programını çöpe atacak kitlesel mücadelenin zemini fazlasıyla var. Şimdi metal işçisinin, Antep işçisinin aldığı tutum üzerinden birleşmek gerekiyor. İş yerlerinde işçi temsilcilerinin, ileri işçilerin inisiyatif alması, mücadele içinde olan şube ve merkezlerin bir adım öne çıkarak sorumluluk alması gerekiyor. Partimiz bütün gücüyle bu zemini güçlendirmeye ve mücadeleyi birleştirmeye çalışıyor.
“Barajsız sendika, yasaksız grev, güvenceli iş” sloganıyla bir kampanya başlattınız. Neler yapacaksınız? Bu konuda sendikalara da bir çağrınız var mı?
12 Eylül faşist cuntasının çıkardığı antidemokratik yasalardan birisi sendikal örgütlenmenin önündeki engellerdir. Darbeden sonra dönemin TİSK Başkanı Halit Narin “Şimdiye kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diye açıkça tutumunu ortaya koymuştu. Aradan geçen 45 yılda işçi sınıfının kazanımları birer birer yok edildi ve elinden alındı. Özelleştirmeler yoluyla sendikalar adeta tasfiye edildi. Sendikal örgütlenmenin önüne konan (iş kolu, iş yeri, işletme) barajlar, noter şartı, patronlara sınırsızca itiraz hakkı, 4-5 yıla varan yargısal süreçler... Sendikal rekabet ve sendikal bürokrasinin tutumu ile birleşince işçilerin önüne adeta çelikten bir duvar ördüler. Bu çelikten duvarı aşan işçilerin önüne uzun prosedürler (TİS süreçleri) çıkardılar, grev yasakları koydular. Zaten iş güvencesi yok, işverenler istediği gibi işçi çıkartmakta serbest. İşçi sınıfımız elindeki mücadele araçlarında yoksun bırakılmış. Kayıt dışı çalışan işçilerle birlikte ele aldığımızda gerçek sendikalı ve TİS hakkını kullanan işçi sayısı yüzde 4.5-5 civarındadır.
Partimiz yaşanan bu sorunların görünür olması, işçi sınıfı içinde tartışılması, sermayenin sendikal hak ve özgürlüklere yönelik açıktan saldırısına karşı, iktidarın bütün bu süreçlerde sermayeden yana tutum almasına karşı geniş bir aydınlatma ve örgütlenme çağrısı yaptı. Bu çalışmayı grevde olan bir iş yerinin önünde ilan ettik. Çalışmada kullanacağımız yüz binlerce bildiri, afiş, broşür gibi çeşitli propaganda ve aydınlatma materyalleri hazırladık. Bu çalışmanın bir de Meclis ayağı var. Bazı maddeler konusunda kanun teklifleri hazırladık. Bunları işçilerin imzasına açacağız. “Taleplerimiz.net” adında bir web sitesi, sosyal medya hesapları açıldı, bunları çalışmada kullanacağız. Burada tüm sendikalara, akademisyenlere, hukukçulara, sendika uzmanlarına çağrımız bu çalışmada kim yer almak istiyorsa açığız. Bu konuda gittiğimiz görüştüğümüz sendikalar var, gideceğimiz sendikalar var. Yeter ki işçi sınıfının “Barajsız sendika, yasaksız grev, güvenceli iş” talepleri görünür olsun, sendikal mücadele büyüsün ve sınıfın kazanımları olsun istiyoruz.
Fotoğraf: Yusuf Aslan
"Erken seçim ısrarı aday tartışmasına dönüştü"
Muhalefetin yönettiği belediyelerde kayyım ve tutuklamalar, sanat camiasından gazetecilere kadar uzanan Gezi soruşturmaları... İmamoğlu’na “turpun büyüğü heybede” diyen Cumhurbaşkanı, partisine de “İlk safhayı atlattık, şimdi vites yükseltme vakti” mesajı verdi. İktidarın stratejisi, hedefleri nedir sizce?
Tek adam iktidarı, etrafındaki gerici güçlerle beraber faşist bir rejimi adım adım inşa etmeye ve otoriter bir yönetim kurmaya doğru hızlı adımlar atıyor. İktidarı kaybetmek, Erdoğan için her şeyin sonu demek. İktidarı kaybetmek onun için seçenekler arasında değil. Ömür boyunca iktidarda kalacağı koşulları oluşturmak istiyor. Bunun için de yargıdan, asker, polis gücüne, DDK’den, tüm devlet kurumlarına kadar dizayn etmek, kendisinin istediği bir muhalefeti yaratmak istiyor. DDK için yapılan yasal değişiklikle birlikte padişah yetkileriyle hareket edecek bir Cumhurbaşkanı var. DDK belediyelerden, sendikalara, derneklere, vakıflara kadar inceleme sonucunda kayyım atayabilecek, görevden alabilecek biçimde donatıldı. Bu kurumların başına ve üyeliklerine tek adamın istediği ve atadığı kişiler geliyor. İşler istediği gibi gitmeyince şiddet ve baskı politikalarının dozajını artırıyor. İktidarın bir dediğini iki etmeyen bir muhalefet, sözünden çıkmayan sendika, gerçekleri ters yüz eden gazeteci ve basın, önünde secdeye duracak aydın, akademisyen, yazar istiyor. Fakat toplum bunu kabul etmiyor. 31 Mart seçimi bunu açık biçimde sandıkta gösterdi. Fabrikalarda, iş yerlerinde işçiler, iş yerlerinde kamu emekçileri, tarlada, yolda üretici köylüler, sokaklarda kadınlar, gençler sokaklarda, bunu gösterdi.
CHP baskılar karşısında erken seçim ısrarını sürdürüyor. Cumhurbaşkanı adayını belirlemek için ön seçim takvimini açıkladı. Sizce CHP’nin erken seçim ısrarı etkili oluyor mu?
31 Mart seçimlerinde yenilgiye uğrayan tek adam iktidarına karşı daha etkili bir mücadele örgütlemek gerekirken, CHP yumuşama ve normalleşme adımlarıyla Cumhur İttifakına nefes aldırdı. “Birinci partiyiz, nasıl olsa ilk seçimde iktidar olacağız” sarhoşluğu yaşayan CHP’nin şimdi “Geçim yoksa seçim var” diyerek yürüttükleri çalışma ise dönüp kendilerini vurdu. CHP içinde adaylık yarışı ve öne çıkma hamleleri, klikler arası çekişmeler ön plana çıkınca, “Geçim yoksa seçim var” yerine aday kim olacak tartışmalarına dönüldü. Erdoğan bunu fırsat bilerek, CHP’yi aday tartıştırma yarışına sokmuş oldu. Yoksulluk girdabına girmiş milyonların taleplerine sahip çıkmak, mücadeleyi örgütlemek yerine klasik CHP muhalefet etme sürecine girildi.
Bugünden baktığımızda erken seçim talebinin sadece laf söyleyerek gerçekleşmeyeceği açıktır. Kitle hareketini örgütlemeden, iktidarı yığınlar nezdinde teşhir etmeden, sokaklar, meydanlar taleplerini haykıran yüz binlerce, milyonlarca insanla dolmadan iktidarı erken seçime götürmek, hele ki bugünkü stratejiyle, kırmızı kartla olacak işler değil.
Emek Partisi sıkça sandığın çözüm olarak gösterilmesini eleştirdi. Neden?
Sermayenin en has partilerinin başında gelen AKP ve onun başındaki Erdoğan 22 yıldır iktidarda. Başta CHP olmak üzere muhalefet, “ha bu seçimde, ha bir sonraki seçimde” diyerek kitlelere sandıktan başka bir şey göstermedi. İktidarı elinde bulunduran tek adam, her seçim dönemi elindeki devlet aygıtının (bürokrasi, asker, polis, sermaye gücünü, yargıyı, YSK’yi) tüm araçlarını kullanarak seçimlere girdi. Kimi zaman mühürsüz oy pusulalarını saydırdı, kimiz zaman sandıklarda istediği sonuçları bir biçimde çıkardı. İstanbul seçimlerini tekrarlattı. Kazanamadığı belediyelere kayyım atadı. İlk kez tek başına iktidar olamadığı 7 Haziran seçimlerinden sonra yapılan 1 Kasım seçimlerine giderken patlayan bombalara, katliamlara tanık olduk. Anayasa ve yasalar askıya alınıyor, takılmıyor.
Tek adamın faşist ve gerici bir sistemi inşa etmeye çalıştığı koşullarda sorunu sadece sandıkla sınırlamak, aslında Erdoğan’ın ekmeğine ballı kaymak sürmek olacaktır. Kitle mücadelesine dayanmadan, hak ve özgürlük mücadelesini genişletmeden, milyonlarca yoksul insanı mücadeleye çekmeden, işçi ve emekçilerin iktidarla ve sistemle bağını koparmadan sadece sandık dersek, bir 20 yıl daha beklemiş oluruz. Oysa birleşik, kitlesel ve meşru eylemler, böyle bir mücadele çizgisi; sandığın nasıl konacağını da, iktidarın nasıl yenileceğini de gösterir.
"Kürt sorununun özgürce tartışma koşulları sağlanmalı"
İktidar Öcalan’ın şartsız silah bırakma çağrısı yapmasını isterken, DEM Parti İmralı’daki ikinci görüşmeden “Önce demokratikleşme” mesajı geldiğini açıkladı. Son olarak İmralı’dan Kandil’e mektup gönderildiği de duyuruldu. Ancak halkta sürecin şeffaf yürümemesi nedeniyle yaygın bir güvensizlik var. Gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt sorununun çözümünün önünü açacak bir gelişmenin sadece Kürtler açısından değil, Türk emekçiler ve ülke halklarının geneli açısından olumlu sonuçları olacağı açıktır. Ancak, bugüne kadar bizzat AKP iktidarı dönemine ait deneyimler, çok geniş bir kesimde Kürt sorununu demokratik çözümüne dair umudu engelliyor. Dünyanın farklı ülkelerinde çatışmalı süreçlerin çözümüne dair deneyimlerin, çatışan taraflar arasındaki bazı hassas süreçlere ilişkin bilgi paylaşımında kontrollü olmayı gerekli kıldığı biliniyor. Ancak bugünkü süreçte, hem DEM Parti’li belediyelere hem de Kent Uzlaşısı’yla kazanılmış CHP yönetimindeki belediyelere yönelik kayyım atamaları, gözaltı ve tutuklamalar sürece dair şeffaflık talebini ayrıca önemli ve anlamlı kılıyor.
Kimse bu ülkenin insanlarından, “Bu tür tarihsel sorunların çözümünde bir yandan askeri operasyonlar sürer, belediyelere kayyım atanır ama diğer yandan çözüm de mayalanır” gibi şizofren bir ruh halini olgunluk göstergesi olarak benimsemesini beklemesin.
Kaldı ki, PKK yönetiminden yapılan açıklamalar da, taraflar arasında güvene dayalı bir sürecin söz konusu olmadığını teyit ediyor.
Tüm bu gelişmeler, partimizin, Kürt sorununun demokratik, halkçı bir barışla çözülmesinin ancak bu ülkenin işçi ve emekçilerinin, halklarının mücadelesiyle mümkün olabileceğine dair tespitini bir kez daha doğruluyor.
Kürt sorununun demokratik çözüm mücadelesinden bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da asla geri durmayacağız. Ancak, Cumhur İttifakı aktörlerinin açıklama ve tutumlarının, sürece dair halkın kuşkularını besleyen, dahası derinleştiren minvalde olduğu da yadsınamaz.
Öncelikle kayyım atamalarına son verilmesi, seçilmiş belediye başkanlarının görevine dönmesi, genel bir siyasal affın çıkarılması, operasyonların durması, tutuklama ve gözaltıların son bulması, Rojava üzerindeki tutuma son verilmesi, Kürt sorununun özgürce tartışılacağı koşulların oluşturulması, Meclis içinde ve dışında tüm siyasal partiler ile emek ve meslek örgütlerinin sürece katılması, çatışma ortamının son bulması gerekir. Çözüm koşullarını konuşacak altyapıyı oluşturmak ve Kürt halkının kabul etmeyeceği koşulları dayatmaktan vazgeçerek soruna yaklaşılmalı.
Evrensel'i Takip Et