19 Şubat 2025 10:38
/
Güncelleme: 10:40

Faşizmin ayak seslerine kulak tıkanabilir mi?

“Faşizm, düşünce, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakları kapsayan siyasal özgürlükleri yadsıyan gerici, baskıcı bir devlet biçimidir. Her devletin özünde baskı vardır ancak faşizm, tekelci burjuva egemenliğinin en gerici, en terörist, en kanlı biçimidir.”

Genç Hayat’ın 2016’dan bir sayısında faşizm işte böyle tanımlanıyor. Kanlı diktatörlüklerin tarih sahnesine çıktığı bir dönemde o günün koşullarını daha iyi anlayıp ifade etmek açısından ortaya konmuş bir ayrım bu. Burjuva diktatörlüğü içerisinde devlet her hâlükarda sınıflı toplum yapısının çelişkilerini burjuvazi lehine sürdürmek için var olan bu ilişkileri düzenleyen bir aygıttır. Fakat rejimler değişebilir. Bu “zorun” düzeyi rejime göre belirlenir. Burjuva demokrasisinde çıkarlara göre esnetilse de varmış gibi görünen tüm haklar faşizmde artık diktatörlüğün elindedir. Fakat orada da esas mesele yalnızca insanları hapsetmek, onlara işkence etmek değil; bu baskı mekanizmasının sömürüyü derinleştirmek adına kullanılmasıdır. Örneğin Nazi Almanya’sında birçok hapishanede üretim sürdürülmüş, tutsaklar çeşitli iş kollarına ayrılmış, rejimin ezmek istediği kesimler en başında sanayi üretiminin hızlanması adına ölümüne çalıştırılmıştır. Bu da o dönem oldukça güçlü olan ve tam da bu yüzden faşizmin inşasını hızlandırmayı gerektiren komünistlerden başlanmıştır. Savaşı kaybetse bile Alman burjuvazisi bu sebeple kazançlı çıkmıştır. Bugün sadece uluslar arasındaki nefret üzerinden doğmuş gibi gösterilen bu rejimin temelinde burjuvazinin ihtiyaçları yatar.

Bugüne baktığımızda ne görüyoruz? Türkiye’nin geleceği açısından faşizm artık uzak bir ihtimal değil. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, protesto hakkı, yaşama hakkı, seçme ve seçilme hakkı gasp ediliyor; ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü yok sayılıyor. Devlet denetleme kuruluna olağanüstü yetkiler veriliyor, tasarıya göre artık Devlet Denetleme Kurulu istediği her yere, herkese kayyum atayabilecek duruma geliyor. Yargı bağımsızlığından söz etmenin neredeyse mümkün olmadığı bir noktaya geliyoruz. Kadın cinayetlerinin failleri ceza indirimi kazanırken Gezi direnişini savunan insanlar, Cumhurbaşkanına “hakaret edenler”, Kürt halkının seçilmiş temsilcileri içeri giriyor. Bütün devlet aygıtları dinci-gerici bir propagandanın araçları haline geliyor. “Aile Yılı” ilan ediliyor; kadınlar, çocuklar, gençler “Sömürünün nasıl daha esnek bir parçası haline getirilir?​” projesinin bir parçası olarak görülüyor.

Köprüden önce son çıkış

Bir dönemeçten geçtiğimizi görmek zorundayız. Türkiye, demokrasisinin kırıntılarını dahi kaybediyor, her gün faşist bir rejim inşa etmek için yeni adımlar atılıyor. Gasp edilen haklarımız, yok sayılan hürriyetlerimiz, davalar, şafak operasyonları, gözaltılar, yangınlar, cinayetler, grev yasakları…

Bu karanlık tablo artık dava açmakla, sosyal medyadan tepki göstermekle, oy vermekle değişebilecek bir tablo değil. Bugün İmamoğlu’na yapılan saldırılar da bir muhalefet temsilcisinin itibarının zedelenmesi değil, olası bir rakibin elimine edilmesi anlamına geliyor. Buna verilecek tepki de kırmızı kartlardan, erken seçim çağrılarından değil kırmızı alarm vermekten, halkı mücadeleye çağırmaktan geçiyor. Çünkü gazeteciler tutuklanıyor, yetmiyor CHP’li belediye yöneticileri tutuklanıyor, yetmiyor kayyum politikalarına karşı kendi ilinin sokaklarında mücadele veren Van’a bir daha kayyum atıyor, haklarını arayan Başpınar işçilerine eylem yasağı getiriliyor. Bizi parçalara bölerek yutmaya çalışan tek adam iktidarına karşı birleşik bir mücadele sürdürmenin önemi de burada yatıyor.

Bütün bunlar Türkiye’de mücadele yok mu demek? Elbette hayır! Türkiye’de mücadele edenler var. Antep’te Başpınar sanayisindeki işçiler, Pizza Hut ve KFC işçileri, metal işçileri; yeni döneme protestolarla başlayan Boğaziçililer, seçilmiş belediye başkanlarının hapis cezası almasına karşı bir araya gelen Van halkı… Hepsi bizlere, bizden çalınanlara karşı birleşip tüm gücümüzle direnmenin önemini gösteriyor. Aslında faşizmin inşasına karşı umutsuz olmaktansa umudu birbirimizde bulmak ve sessiz kalmamak bu süreci durdurabilecek yegâne şey.

Grev alanında patronların işçilerden korktuğu, üniversitelerde rektörlerin öğrencilerden korktuğunu duyarız. Çünkü her yerde iktidarın gücünü sarsabilecek olan ona karşı örgütlenmiş bir tehlike, korkutucudur. Bugün ihtiyacımız olan mücadele ederek iktidarı korkutmak. Fakat yalnızca kendi sorunlarımızla mücadele içerisinde değil, üniversitede rektörün baskısıyla boğuşurken bizim üniversitelerimize kayyum atayan tek adam iktidarıyla işçilere nefes aldırmayan patronların aynı safta olduğunu bilerek, kendimizi de işçilerle aynı safa koyarak. Çünkü Türkiye kapitalizminin, tek adam iktidarının en çok korktuğu şey işçi sınıfının devrimci rolünü benimseyerek örgütlenmiş bir halk.

Şunu da bilmemiz gerekiyor ki bu direnişler, grevler bir günde ortaya çıkmadı. Aylar süren hazırlıklarla, ilmek ilmek örüldü. Sayısız toplantı, kurultay yapıldı. Asgari ücretin düşüklüğü karşısında insanca bir yaşamı kurabilmek, grevdeki bir işçinin de söylediği gibi “Sevgiliye bir ipek gömlek alabilmek” için zam talebinde bulunuldu. Karşılarında patronlarını birleşik bir cephe halinde gören işçiler onlardan daha güçlü, daha kalabalık, daha birlik içinde olmanın yollarını hep birlikte tartıştılar, yol haritası çıkardılar. Böyle bir örgütlülük içerisinde valiliğin eylem yasağını yırtıp attılar. Şimdi bu yoksulluk içinde %30 zam dayatmasına karşı çıkan ve bu birliği örme konusunda sorumluluk alan BİRTEK-SEN genel başkanı Mehmet Türkmen’i tutuklayarak işçilerin mücadelesini bastırmaya çalışıyor. Fakat işçiler Mehmet Türkmen’in yalnız olmadığını mücadeleleriyle, dirayetleriyle göstermeye devam ediyorlar.

Bruno Apitz’in Kurtlar Arasında Çıplak isimli Nazi Almanya’sında bir toplama kampında geçen olaylar silsilesini anlatan kitabında şöyle bir cümle geçiyor: “Toplama kampının dikenli telleri ardında canlı kalacak insanlar, daha adaletli bir dünyanın öncüleri olacaklardır. Gelecekteki dünya nasıl olursa olsun, daha adaletli olacaktır, yoksa insanlığın aklından umudu kesmemiz gerekir.” O zaman biz de Türkiye’de, dünyada, bugün ya da geçmişte mücadele etmiş, eden insanlardan öğrendiklerimizle, onlardan aldığımız mirasla faşizmin inşasına karşı özgür bir ülkeyi inşa edecek mücadeleye tutunacağız. Okullarda yeni dönem açılırken biz de hayatımızda yeni bir dönemin kapılarını açalım. Belki kazanımlar bir günde gelmeyecek, bir günde kalabalıklaşmayacağız. Ama sabrederek, yılmayarak örgütlediğimiz mücadele daha güçlü olacak. Birleşeceğiz çünkü adil ve özgür bir Türkiye yalnızca ve yalnızca işçi sınıfı ve onun devrimci önderliğini tanımış gençler, kadınlar, aydınlar tarafından inşa edilebilecekse bunu mümkün kılacak güç de bugünkü direnişlerin parçası olmak, bu mücadeleye katılmaktan geçiyor.

Evrensel'i Takip Et