Yılgınlığa geçit vermeden birleşik bir mücadeleyi var etmeliyiz!
Gençler kendini bu kadar batmış bir sistemin değiştiricisi görmüyor. Ama ne özgür bir ülke ne de demokratik bir ÖTK kendiliğinden oluşamaz, “Bir şey yapmalı!” ise şayet, ne yapmak lazım?

Fotoğraf: Evrensel
Dağlar TEKŞEN
Boğaziçi Üniversitesi
Boğaziçi’de kira artırmıyla yerinden çıkarılan Kuzey Kafeterya yerine EspressoLab ile ilişkili olan Ethos Cafe’nin açılması protesto ediliyor. Hem fiyatların pahalı oluşu ve biz öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamıyor oluşu hem de iktidarın üniversiteleri yandaş sermayesinin oyun sahası haline getirmeye çalışmasına karşın Boğaziçi öğrencileri Ethos Cafe’yi boykot ediyor. İsmini İşgal Cafe olarak değiştirdiğimiz bu kafede paparazzilerin ünlü insanları çektiğinden çok özel güvenlik bizleri çekiyor. Neden mi? Üniversitemiz içindeki ortak bir alan bu kafede oturduğumuz, sohbet ettiğimiz, ders çalıştığımız için.
Nasıl günlerden geçiyoruz?
Protestonun ilerleyen günlerindeyse bazı yaptırımlarla karşılaştık. En az 20 arkadaşımızın öğrencinin eylem yapmak ve öğrencilerin mevzubahis kafeden faydalanmasını engellemek gerekçesiyle 3 günlüğüne iptal edildi, bazı kulüplerin etkinliklerini burada yapması ve kafeye dair taleplerini ortak bir açıklamayla duyurmaları sebebiyleyse yönetim, kulüp ve toplulukların yönetim kurullarını görevden alarak etkinliklerini 1 aylığına yasakladı.
Boğaziçi’ndeki neler olduğunu anlamak için bunun Türkiye’deki gençliğin durumundan azade olmadığını anlamak ve çözüm yollarını tartışmak gerekiyor.
Üniversitelisinden liselisine gençler, ellerinde kalan haklarının, özgürlüklerinin kırıntısına bile göz dikmiş bir iktidarla uzun zamandır karşı karşıya. Başka bir iktidar hiç görmemiş, seçimden seçime “bu sefer gidecekler” ümidiyle yıllarını geçirmiş gençlik, hayatı için küçükken kuracağını hedeflediği yaşamdan fersah fersah uzakta. Küresel iletişimin bu kadar geliştiği bir çağda dünyadaki gelişmeleri bir yandan izlerken bir yandan da kendi yaşamının internette gördükleriyle karşılaştırılamaz olduğunu, bu ülkeden umut olmadığını düşünüyor bir reelsten diğerine geçerken. Uzun saatler çalışırken, baskı ve şiddete uğrarken, hayatta yapmak istediklerimizden bu kadar uzakken aynı zamanda önümüze sermayenin kârı uğruna savaş, göç, ekolojik yıkım, doğal afet olayları bir felaketler silsilesi gibi üstümüze üstümüze geliyor. O sırada sanki kendiliğinden ve çabasız bir şekilde hep daha iyi durumda olan Avrupa ülkelerine gitmek tek kurtuluş yolu gibi gözüküyor. Kendi ülkesinden daha gelişmiş, sistemi daha düzenli işleyen, demokratik kamuoyunun günlük hayatın örgütlenmesine daha inisiyatifli katıldığı “örnek” olarak çizilen ülkelerle kendi ülkesini kıyasladığında burada yaşamaya diretmenin anlamsızlığına ikna olunmuş.
Türkiye'deyse her yerde yolunda gitmeyen, asgari anayasal çerçevenin bile dışına taşan saldırılar yaşanıyor. Her geçen gün hayatın kontrolünün bizde olmadığına kendimizi ikna ediyoruz. Mücadelenin bir köşesinden tutma niyetinde olanlar bile kafasını kaldıracak zamanı, çevresindeki belki tükenmiş, belki umutsuz insanları ve kendisini düşünerek “Biz daha hayatımızı zar zor idame ettiriyoruz, mücadeleye nasıl dahil olalım?” diyor. Teknolojinin, sanayinin durmadan gelişmesine rağmen kendisinden önceki neslin gençlik zamanlarından bile daha kötü yaşam şartlarına sahip olan günümüz gençliği kendini bu kadar batmış, düğüm olmuş bir sistemin değiştiricisi, dönüştürücüsü görmüyor. Ama “bir şey yapmalı!” ya, peki, bu durumda ne yapmak lazım?
Hiçbir şey kendi kendine iyi gitmez
Öncelikle itiraf etmek gerekir ki kamuda, hukukta, eğitimde çarpık bir düzenin olduğu, gençlerin her tuttuğu şey ellerinde kaldığı bir gerçek, bunun beraberinde getirdiği yılgınlık da pek haksız sayılmaz. Ancak her şeyin sanki doğal olarak geliştiği zannedilen Avrupa ülkelerinde de gerek hak ve özgürlükler gerek de gündelik yaşamın örgütlenmesindeki düzen; buradaki halkların SSCB etkisiyle verdikleri mücadelelerle, Avrupa işçi sınıfının grev ve protestolarıyla var oldu. Avrupa’nın haklarından kolay kolay taviz vermeyen refleksif demokratik kamuoyunun da bu hakların hala var olmasında büyük etkisi var. Bu nedenle verili, kendi kendine tıkır tıkır işleyen bir rejim hiç var olmadı, halkın çıkarına ne varsa yine halk kendi kazandı. İmrendiğimiz o rejimler de hiç de göründüğü kadar kusursuz değil elbette. Nereye gidersek gidelim kazanımlarımıza göz dikildiğinde eğer ses çıkarmazsak bunların elimizden alınmaya çalışıldığı da açık bir gerçek.
Şu an Türkiye’de olanlar sadece belli kazanımlara saldırıdan da ibaret değil. Bu sistematik saldırılar sermaye düzenin vahşiliğinin faşizmin inşasına doğru gittiğini gösteriyor. Türkiye’nin geleceği açısından faşizmin kurumsallaşma basamaklarının daha hızlı ve şiddetli bir biçimde çıkıldığını görüyoruz, uzak bir ihtimal değil artık. Sendikal örgütlenme özgürlüğü, protesto hakkı, yaşama hakkı, seçme seçilme hakkı gasp ediliyor; ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü yok sayılıyor. Sermaye sömürüyü derinleştirmek için yoluna çıkan her şeyi çarkları arasında öğütüyor. Artık bir dönemeçten geçtiğimizi görmek zorundayız. Bu dönemecin taşıdığı riskleri de bertaraf etmek için dava açmanın, sosyal medyadan tepki göstermenin, oy vermekle, hatta tek seferlik saman alevi gibi yanıp sönen eylemlere sınırlı kalan bir hareketin yeterli olmadığı koşullardayız.
Boğaziçililerin ucuz kahve talebi olarak görünen ancak aslında öğrencilerin karar süreçlerine etkin katılımı gibi temel bir noktadan doğan bu talep kütüphanesi, CİTÖK’ü, BÜLGTBİA+ kulübü kapatılan, etkinlikleri sansürlenen, yemekhanesi zamlanan, hocaları mobbingle işten çıkarılan, uzun süre yurtsuz bırakılan öğrencilerin sabrını taşıran son damla olarak okunmalıdır. Ucuz kahve talebinde yüzeye çıkan aslında bu taleplerin hepsidir. Evet, kampüs koşullarından derslerimizin müfredatına, yurtların koşullarından kütüphanemize, kahvemizin fiyatının belirlenmesine kadar biz, Boğaziçi öğrencileri söz sahibi olmak istiyoruz.
Son zamanlarda Boğaziçililerin bunu nasıl ve hangi araçlarla başaracağı da ciddi bir tartışma konusu oldu. Boğaziçi direnişinin bize öğrettiği bir şey varsa şayet o da gündemlerin yakıcılığıyla eylemlerin kitleselliğinin sürekli olması için önlem almamız gerektiği, yalnızca eylemlere gelen insanlarla kurulan birçok parçalı mücadele inisiyatifinin mücadelenin darlaşması ve dağılmasına yol açabileceğiydi. Zaten direnişin en büyük eylemlerinden sonra Boğaziçi’deki en güçlü mücadele inisiyatiflerinin dağılması da bunun en büyük kanıtı. Üniversitelerin de doğal örgütleniş biçimi olan kulüpler ve bölümlerde belli bir mücadele hafızası biriktirmek, sadece eylemlere gelinmesiyle sınırlı tutmadan, buralarda yapılan tartışmaları üst üste yığarak daha fazla insanı mücadeleye çekmek gerekiyor. Bunun da yapılabileceği mekanizma da bölüm ve kulüp temsilcilerini barındıran ÖTK ve KAK olarak karşımıza çıkıyor. Kuşkusuz bu kurumların işleyişi mükemmel değil, yapılan eleştirilerin de birçoğu doğru. Ancak sorunlar ÖTK’nın yapısı gereği değil; ÖTK’ya, bölüm toplantılarına katılımın örgütlenmesinde ortaya çıkıyor. Ne özgür bir ülke ne de demokratik bir ÖTK kendiliğinden oluşamaz.
Hiç şüphe yok ki çocukken faşizmin adım adım inşa edildiği, özgürlüklerin kırıntısının dahi elimizden alındığı bir dünyada okumayı, çalışmayı, yaşamayı düşlemiyorduk. Kimse en asgari haklarımız ve özgürlüklerimiz için mücadele edeceğini veya düşük ücretlerde uzun saatler boyu çalışacağını aklından geçirmiyordu. Ders aralarında ucuz bir kahve içmek için bu kadar uğraşmamız gerekeceğini düşünmüyorduk. Başka başka hayallerimiz vardı hayatımız için, hala da var. Peki, unutacak mıyız hayallerimizi, artık anlamı kalmadı mı? Her yerde pompalandığı gibi yeni gerçekliğimize razı olmak, içselleştirmek ve hatta yeni koşullara daha dayanıklı mı olmamız gerekiyor?
Hayallerimizi derinlere gömmemize hiç gerek yok. Ancak onlara en kısa ve kolay yoldan ulaşmak istiyorsak önümüzdeki engelleri doğru tespit etmek ve onları aşmak için doğru araçları edinmemiz gerekir. Geçmişte yaptığımız hataları tekrarlamamak ve birleşik bir mücadele kurmanın ihtiyacı ve aciliyeti her geçen gün artıyor.
Evrensel'i Takip Et