12 Mart 2025 04:15

​​​​​​​Palyatif topluma karşı: Başpınar’da acının kolektif direnişi

Murat Uysal


“Mutluluk herkesin kendi başına yakalaması gereken bir şeydir. Kişinin kendi sorumluluğundadır. Acı ise kendi başarısızlığının sonucudur. Böylece günümüzde devrimin yerini depresyon alır. Halbuki devrimin mayası birlikte hissedilen acıda yatar. Neoliberal dayatmacı mutluluk anlayışı, birlikte hissedeceğimiz acıyı daha doğmadan öldürür. İnsanları ‘biz’ olarak bir araya getirmek yerine tekilleştirir. Çünkü devrime karşı en iyi yöntem, mutlu olmak için çırpınan bireyin yorgunluğudur.”

Başpınar’da otuza yakın fabrikada binlerce işçi “İnsanca yaşayacak ücret isteriz” diyerek eylemler yaptı, yapmaya devam ediyor. İktidarın ve patronların birlikte dayattığı yüzde 30 ücret zammı sınırını aşmak için mücadele ettiler. Eylemleri valilik kararıyla yasaklandı, BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen gözaltına alındı, ardından tutuklandı. Ancak her şeye rağmen bugün Antep’te hâlâ işçilerin ücret mücadeleleri sürüyor.

Yasağın ikinci haftasında Antep’teydim. Birçok işçi evine girip çıktık, neyi başarıp neyi başaramadıklarını, çıkardıkları dersleri, yarın için ne biriktirdiklerini uzun uzun konuştuk. O evlerden birinde iş bırakma eyleminin devamının getirilemediği için mesai arkadaşlarına öfkeli olan bir işçi şöyle diyordu:

“Daha ne olması gerekiyor kardeş, gece demeden gündüz demeden çalışıyor, bebeğine mama alamıyor, çoluk çocuğunun boğazından bir parça et geçmiyor, kartlarının hepsi patlamış, yanında çalışan işçi makineye elini kolunu kaptırıyor… Bir şeylerin değişmesi için daha ne yaşaması gerekiyor?​”

Sorusuna sadece “Haklısın” diyebildim. Oysa yaşananlara dair uzun uzun konuşulabilirdi. Ancak sormaya çalıştığı “Ne yapmalıyız?​” değildi, “Daha ne kadar acı lazım?​” diye soruyordu. Belki de sorusunun kaynağı, çektikleri acıların bir gün değişime öncülük edeceğine olan beklentisiydi. Bu beklentiyi de inançları biçimlendiriyor, anlamını da orada buluyordu; bunca acı ancak mükafatla sonuçlanmalıydı. Mükafattan ise muhtemelen onun için “Patronlarımızın yaşadığı evlerde yaşayıp bindikleri arabalara binelim” değil. Acının, beraber çalıştığı arkadaşlarının bilincinde bir kıvılcım yaratmasını umuyor olabilir miydi?

Byung-Chul Han Palyatif Toplum’da böyle bir beklentinin sonuçlandığı yerden değil de başlangıcından acıyla bağlantılı olduğunu ve neoliberal dayatmacı mutluluk anlayışının dönüşüme öncülük edecek acıyı daha doğmadan öldürdüğünü söylüyor. Her ne kadar ele aldığı birey tarifi orta sınıf bir birey olsa da acının “tıbbileştirildiği” bugünün toplumunun, insanları biz olarak bir araya getirmek yerine tekilleştirdiğini, bundan mütevellit de acının politik bir araç olarak keşfedilmesine çağırıyor. Chul-Han’a kulak vereceksek, modern toplum, evine konuk olduğumuz işçinin bahsettikleri de dahil olmak üzere, acıyı geçici rahatlama yöntemleriyle öteliyor; onu tıbbın ve ilaç endüstrisinin alanına hapsediyor. Oysa Başpınar’daki grev, Chul-Han’ın palyatif toplumuna meydan okuyor: Acı saklanmıyor. Acısı arttığı gibi yan yana geldiği, omuz omuza durduğu da artıyor.

Başpınar’da düşük ücret dayatmasına karşı iş bırakan işçiler, neoliberalizmin “acısını/ağrısını ilaçlara hapseden, mutluluk için çırpınan birey” dayatmasını reddediyor. Kötü çalışma koşulları, iş kazaları, iş cinayetleri, yoksulluk, borçlar ve dahası birikiyor. Tüm bu acılar, polisin jandarmanın hızla yıkıp dağıtmaya çalıştığı grev çadırlarında ortak bir direnişin dilinin de kaynağı oluyor.

Chul-Han’ın ‘acıyı ilaçla örtmeye çalışan’ palyatif toplumu bu mücadelede tuş oluyor. Çünkü işçilerin fiili grevleri, acıyı teşhis edilecek bir semptom olmaktan çıkarıp dönüştürülecek bir gerçekliğin aracı haline getiriyor. Bu yüzden Antep’te, Başpınar OSB’de çalışan binlerce işçinin verdiği mücadelenin talebi sadece ücret değil aynı zamanda insanca yaşamın deşifresi oluyor.

“Yaşamak, sade ‘yaşamak’ yosun solucan harcıdır.”

Neoliberalizmin hüküm sürdüğü palyatif toplumda acının; “üzeri örtülen”, “bastırılması gereken”, “anlatılmaması gereken” bir şey olarak tarifi acıdan kaçar pozisyona gelen toplumu uyuşturuyor. Acı nasıl ki 'tıbbi' olanla sınırlandırıldıysa, yaşam da 'biyolojik' olana indirgeniyor. Ortaya çıkan ise yalnızca 'hayatta kalınan' ama gerçekten 'yaşanmayan' bir ömür.

Ancak Başpınar işçilerinin direnişi, bu “yaşatılmayan ömür” dayatmasını ters yüz ediyor. Çıkılan fiili grevlerle acı politik bir araç olarak yeniden keşfediliyor. İşçiler, mutluluğun kovalandığı bireylerin failliğinin yok sayılmaya çalışıldığı toplumda, “Daha ne kadar acı lazım?​” sorusunu yükseltiyor. “Alternatifsizlik siyasi bir ağrı kesicidir” diyor Chul-Han. “Daha ne kadar acı lazım?​” sorusu ise işte bu “alternatifsizlik” illüzyonunu paramparça ediyor. İşçilerin yasaklara, tutuklamalara türlü oyunlara rağmen devam ettirdiği eylemler alternatifin mümkün olduğunu haykırıyor. Başpınar’da da memleketin dört bir yanında süren direnişlerde de acı saklanmıyor; biz olarak çoğalmanın aracı oluyor. Yasaklar ve tutuklamalar, dönüşümün mayası olan birlikte hissedilen acıya çarpıyor.

Chul Han’ın işaret ettiği üzere, “Acı, hakikatin bedenleşmiş halidir.” Bu hakikat, grev çadırlarında somutlaşıyor.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Metal tokat

Metal tokat

Renault işçileri, yaşadıkları sorunlar karşısında patronların yanında duran şube yönetimine karşı harekete geçti: Delege sayısının 3 katı aday çıktı, seçimlere katılım rekoru kırıldı, şubenin belirlediği adaylar geride kaldı. 200 bin metal işçisini ilgilendiren MESS grup sözleşmesi öncesi Metal Fırtına’nın amiral gemisi Renault’da yapılan seçimler sendikal bürokrasiye tokat oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
12 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et