1964’ün “I Am Cuba”sından bugünün Küba’sına
Sovyet-Küba yapımı “I am Cuba filmi, Küba halkının acısını, yoksulluğunu ve mücadelesini anlatıyor. Sovyet yönetmenler Sergei Urusevsky ve Mikhail Kalatozov’un unutulmaz eseri olarak karşımıza çıkıyor

I'am Cuba filminden bir sahne
“Ben Küba...
Kristof Kolomb buraya geldiğinde günlüğüne şöyle yazdı:
“Burası insan gözünün gördüğü en güzel kara parçası.”
Teşekkürler Sinyor Kolomb.
Beni ilk gördüğünde,
Gülüyor ve şarkı söylüyordum.
Yelkenlerini selamlamak için palmiyelerimin yapraklarını sallamıştım.
Gemilerinin mutluluk getirdiğini sanmıştım.
Ben Küba...
Gemiler şekerimi aldılar ve yerine gözyaşı bıraktılar...
Şeker tuhaf şey Sinyor Kolomb.
İçinde o kadar çok gözyaşı olmasına rağmen, tatlı...
Ben Küba…”
Sözleriyle başlıyor 40. yılı olması sebebiyle geçtiğimiz Altın Koza’nın da programında yer alan 1964 Sovyet-Küba yapımı “I am Cuba”…
Görsel: I'am Cuba filmi afişi
Darbeler ardından devrim hareketinin doğuşu
Yüzyıllar boyunca İspanyol sömürüsü altında kalan Küba, 19. yüzyılın sonunda İspanyollara karşı bir bağımsızlık savaşı başlatıyor ve 1898’de bağımsızlığını kazanıyor. Fakat gelinen aşamada hali hazırda İspanyollarla savaş içinde olan Amerika’nın da etkisinin olması, Amerika’ya Küba’nın iç işlerine müdahale etme “hakkı” tanıyor. Tabi bu süreç, İspanyol sömürgesi olmaktan kurtulan Küba’yı Amerikan sömürgesi yapmaktan öteye geçmiyor. Siyasi istikrarsızlıklar ve ekonomik bağımlılıkla uğraşan ülkede sık sık askeri darbeler olurken, ülke nihayetinde 1952 darbesi ile ABD’nin de desteklediği Fulgencio Batista’nın diktatoryal rejimi altına giriyor. Siyasi baskıların, yolsuzlukların ve ekonomik eşitsizliklerin iyice arttığı bu dönem, Fidel Castro önderliğinde bir devrim hareketinin doğmasına zemin hazırlıyor.
Sahip olduğu her şey çalınmış Küba’yı izliyoruz
“I am Cuba” filmi de Batista rejiminin son günlerine odaklanarak dört dramatik hikayeyi iki bölümde ele alıyor; ilk ikisi devrim öncesi halkın toplumsal ve ekonomik koşullarını, üçüncüsü ve dördüncüsü ise bu koşullar sonucu başlayan ayaklanmaları ve silahlanma sürecini anlatıyor. Her bir hikayeden diğerine, konuşmasına “Ben Küba” diye başlayan bir kadının dış sesi ile geçişler yapılıyor. Film, her ne kadar devrim öncesi zengin bir azınlığın lüks yaşamına değinse de asıl olarak emeğiyle çalışan ve çalışamayan, mülksüz, topraksız yığınların yoksulluğuna odaklanıyor. Dolayısıyla “sokaklarda dans eden, müzik yapıp şarkılar söyleyen mutlu insanların ülkesi Küba” filmde hiç karşımıza çıkmıyor. Aksine, sahip olduğu her şeyi elinden çalınmış, yüzlerinde, müziklerinde ve sözlerinde derin bir keder, endişe ve öfke taşıyan yoksul insanların Küba’sını izliyoruz.
Sinematografik bir zenginlik sunuyor
Film, Küba görüntülerine eşlik eden şiirin ardından, ayrıcalıklı bir azınlığın katıldığı bir otelin çatısındaki havuz partisi ile açılıyor. Dönemin koşulları düşünüldüğünde görüntü yönetmeni Sergei Urusevsky’nin adeta sınırları zorlayan tek plan çekimlerinden biri ile başlayan film, izleyiciye görsel olarak da sinematografik bir zenginlik sunacağının mesajını hemen veriyor. Usta yönetmen Mikhail Kalatozov, bizi bu havuz partisinden bedenini Amerikalı zenginlere satmak zorunda kalmış mutsuz kadınların çalıştığı bir gece kulübüne götürüyor ve hikayelerden ilki burada başlıyor. Sokaklarda meyve satan bir gence aşık olmasına rağmen, bedenini satarak para kazanmak zorunda kalan Maria’nın yaşamının bir gününe tanık oluyoruz. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri de burada; Maria’nın nasıl bir yoksullukta yaşadığını merakından, seks için onun evine gelen kibirli bir Amerikalının, tedirgin ve korkakça, tertemiz ayakkabılarıyla çamurlu sokaklarda koşarak mahalleden çıkmaya çalışması… Adeta ruhu çekilmiş, sevinçleri bu beyaz adamlarca çalınmış insanların içinde yaşadıkları sefillikle, kameranın Amerikalıyı gözden kaybolana kadar takip ettiği yine etkileyici bir tek plan, dış sesin şu sözleri ile son buluyor;
Ben Küba.
Neden koşuyorsun?
Buraya eğlenmeye gelmiştin.
Eğlen!
Eğlenceli bir görüntü değil mi?
Gözlerini yere çevirme!
Bak! Ben Küba!
Senin için gazinolar, barlar, oteller, kerhaneler var burada
Ama bu çocukların ve ihtiyarların elleri de benim.
Ben Küba.
İkinci hikaye, şekerkamışı tarlası ve evinin de içinde bulunduğu arazinin Amerikalı bir şirkete satıldığını öğrenen yaşlı bir köylünün sadece birkaç saatine ve trajik sonuna odaklanırken üçüncü hikaye üniversitedeki öğrenci hareketlerine kamerayı çeviriyor. Yönetmen burada Fidel Castro’nun ölüm haberini yayarak emperyalizm karşıtı direniş hareketlerinin önüne geçmeyi planlayan Batista rejimine baş kaldıran bir grup devrimci öğrencinin mücadelesine odaklanıyor. Ve özellikle buradaki bir sahne ile film, sinema tarihinin unutulmaz eserleri arasında yerini almayı başarıyor, elbette yine görüntü yönetmeni Sergei Urusevsky’nin etkileyici kamera kullanımı ile… Rejim tarafından öldürülen devrimci öğrencilerden birinin halka açık cenaze sahnesinde kamera yüksek bina balkonlarının yanından yükselerek çatıda bir puro fabrikasının içine giriyor. Sonra fabrikanın penceresinden dışarı çıkıyor ve havada asılıymış gibi kalabalığın ürerinde süzülüyor. Dönemin koşulları düşünüldüğünde, bu çekim yönteminin steadicam teknolojisinin ortaya çıkmasından yıllarca önce uygulanmış olması, Sergei Urusevsky’yi hayranlık uyandıracak bir görüntü yönetmeni, filmi de bir baş yapıt yapmaya yetiyor.
Sovyet yönetmenler Sergei Urusevsky ve Mikhail Kalatozov’un unutulmaz eseri
Filmin son bölümünde ise ellerinin öldürmek için değil tohum ekmek için var olduğunu, savaş değil barış istediğini söyleyerek silahlı mücadeleye karşı çıkan yoksul bir dağ köylüsünün, yaşadığı yerin hatta bir oğlunun, gerillaları öldürmek için köyleri de bombalayan devlet tarafından yok edilmesi üzerine gerilla hareketine katılmasına tanık oluyoruz.
Ve dış sesin aşağıdaki sözleri, dağlardan zafer edası ile inen gerillaların görüntüsü eşliğinde akıp giderken son buluyor, hakkında New Yorker’ın “Sinema öğrencilerini sedyelerle sinema salonlarından dışarı taşıyacaklar” ifadelerini kullandığı film.
Ellerin çapaya alışmış Mariano.
Ama şimdi çapa tutan ellerinde bir tüfek var.
Öldürmek için değil geçmişe ateş ediyorsun,
Geleceğini savunmak için ateş ediyorsun…
Görsel:I'am Cuba filminden bir sahne
“I am Cuba” ile, çekimlerde zaman zaman görüntüyü bozan, büyüten geniş açılı lensler ile palmiyeleri dev beyaz tüylere dönüştüren filtreler, kızılötesi filmler kullanan; uzun, sürekli çekimlerle yerçekimine de meydan okuyan Sovyet görüntü yönetmeni Sergei Urusevsky, yine Sovyet yönetmen Mikhail Kalatozov ile unutulmaz bir filme imza atıyor.
Sinemanın şiirsel dili, büyük şairlerde hayran olduğumuz edebi dilden farklı olarak, sanatçının görüntüleri ve sesleri birleştirmedeki incelik derecesinden kaynaklanır. Bu nedenle, “I am Cuba”nın prestijinin çoğunun çekimler başlamadan önce her sahneyi titizlikle tasarlamış görüntü yönetmeni Sergei Urusevsky'nin omuzlarında olmasının haklı bir nedeni var.
1964’te Rusya Federasyonu ve Avrupa'nın en büyük ve en eski film stüdyolarından biri olan Mosfilm'de ortaya çıkarılan, 1995'te Francis Ford Coppola ve Martin Scorsese tarafından yeniden dikkat çeken filmin restore edilmiş versiyonu 2004 yılında Cannes'da ödül alırken, film günümüzde Avrupa ve ABD'deki sinema okullarında sinematografinin başyapıtlarından biri olarak inceleniyor.
Diğer taraftan, film boyunca Küba halkının acılarına ve mücadelesine tanık olan izleyici, sadece filmin sonunda yüzü gülen halkın akıbetini ve bugününü de merak etmiyor değil.
Amerika ambargosuna karşı Sovyet desteği
Fidel Castro liderliğindeki devrimciler ve Amerikan destekçisi Batista arasında 1953-1959 yılları arasında yaşanan Küba devrimi sürecinde 1958’de Amerika Küba’ya silah ambargosu uyguluyor. Bunun üzerine Küba SSCB’den silah almaya başlıyor. Devrim sonrasında Küba, Amerikan işletmelerine ait arazilere el koyarken, ABD de 1960 yılında Küba’ya uyguladığı ambargoyu genişletiyor, Küba’dan alınan şekere ithalat kotası koyuyor. SSCB de Küba’dan şeker almaya başlayarak ABD’ye cevap veriyor. Ardından ABD Küba’ya petrol ihracatını durduruyor ve Küba SSCB’den ham petrol almaya başlıyor ancak ABD Amerikalı petrol şirketlerinin ham Sovyet petrolünü işlemelerine izin vermiyor, bunun üzerine Küba ülkede bulunan petrol rafinerilerini millileştiriyor. Bu gelişmeler üzerine ABD gıda ve ilaç dışındaki tüm ürünlerin Küba’ya satılmasını yasaklıyor. Küba bu yasağa ülkedeki tüm Amerikan şirketlerine ve Amerikan özel mülklerine el koyarak cevap veriyor. 1962’de Küba’nın Sovyetlerin Nükleer silahlarına ev sahipliği yapması “füze krizi”nin ortaya çıkmasına neden oluyor ve böylece mevcut uygulanan ambargo yeni bir yasa ile kesinleştiriliyor.
1989’da SSCB’nin dağılmasından sonra Küba ciddi bir ekonomik kriz ile karşı karşıya kalıyor. 1992’de ABD Küba’da iş yapan yabancı şirketleri ABD’de iş yapmaktan alıkoyarak cezalandırıyor. Hatta Küba limanlarına yanaşan gemilerin altı ay ABD limanlarına giriş yapmasına izin vermiyor. ABD 2000 yılında ambargoda sözde bir gevşemeye giderek Küba’ya tarımsal ürünler ve ilaç satışına izin veriyor. Küba başlangıçta kabul etmese de 2001’deki Michelle Kasırgası sonucunda ABD’den gıda satın alınmaya başlıyor. 2009 yılında Obama, Kübalı Amerikalıların Küba’ya serbestçe seyahat edebilmelerine izin verince bu serbestlik öğrencileri ve dini misyonerleri kapsayacak şekilde genişletiliyor. 2015’te ABD Küba’yı terörü destekleyen devletler listesinden çıkarıyor ancak Trump yönetimi 2021’de Küba’yı tekrar listeye alarak gevşetilen ambargoları düzenleyip tekrar yürürlüğe koyduğunu duyuruyor.
Sovyetlerin yıkılması ardından Küba
Bugün kendisinden sadece yüzölçümü olarak bile yüz katı büyük bir ABD’nin hemen yanı başında, 65 yıldır şöyle ya da böyle kapitalizme ve Amerikan emperyalizmine direnmeye çalışan küçücük bir ülke Küba… Turizm, rom ve purodan başka gelir kaynağı neredeyse yok. Resmi kurumlar dışında internet kullanımı sınırlı. Belirli yerlerde, kısıtlı süreler dahilinde internet erişimi sağlanabiliyor. Uygulanan ambargolar sebebiyle akaryakıt erişimi de kolay değil hatta zaman zaman karaborsada. Devlet eskiden hane başına dağıttığı gıda ve tüketim maddelerinde de sınırlamaya gitmek durumunda kalmış. Başka ülkelere gidip gelebilenler ülkede yaşayan yakınlarının bazı ihtiyaçlarını temin ediyor. Havana havaalanında ellerindeki büyük kolileri ülkeye sokmaya çalışan Kübalılar görmek mümkün. Marketinden, restoranına kadar her şeyin devlete ait olduğu, kendi kolasını, kendi hamburgerini üreten Küba’da Mc Donald’s’lar, Burger King’ler görmek mümkün olmasa da son yıllarda sınırlı da olsa özel sermayenin açtığı ticari işletmeler ve oteller de mevcut.
Eğitimde ve sağlıkta ticarileşme yok
Kimi çevreler, uzun yıllardır uygulanan ambargoların yıkıcı etkisini görmezden gelerek bu süreci “çözülme” ve sosyalist sistemin başarısızlığı gibi yorumlasa da Küba bugün yaşadığı bütün sıkıntılara ve sınırlı teknolojik imkanlara rağmen uyguladığı sağlık sistemi (özellikle Covid sürecinde gönderdiği doktorlar, ürettiği aşılar ve kansere karşı başarılı çalışmaları) ile dünyayı kendine hayran bırakmaya devam ediyor. Kanser hastaları evlerinden alınıp ücretsiz olarak tedavi ediliyor. Dünyada kişi başına düşen doktor sayısında en yüksek orana sahip ülke. Anne ve bebek ölümlerindeki düşüşte de ortalama yaşam süresinde de Amerika’dan daha yüksek oranlara sahip. Tarımsal üretimde ve et üretiminde GDO ya da hormon gibi insan sağlığını tehlikeye atan maddelerin kullanımı yasak. Ülkede sağlık ve eğitim gibi iki ana sistem ticarileştirilmeden halkın yararı gözetilerek hizmet veriyor ve tamamen ücretsiz. Son yıllarda ekonomik sıkıntılar sebebiyle öğretmen sorunu yaşasa da Havana merkezinde yer alan bir okul ile kırsaldaki bir okulun öğrencileri, eğitimde fırsat eşitliğine sahip. Okullarda bilimsel eğitim ve sanat eğitimi ön planda. UNESCO’nun ambargonun yoğun uygulandığı dönemlere denk gelen 1998 yılı araştırmasına göre, Küba bölgedeki en fakir ülkelerden biri olmasına rağmen gerek ilköğretimin gerekse yüksek öğretimin niteliği açısından Latin Amerika’da ön sıralarda. Evet kimse çok varlıklı değil ama Amerika ya da Avrupa ülkelerinin aksine sokaklarda yatan evsiz insanlar görmek yaygın değil.
Özellikle son yıllarda ciddi anlamda ekonomik ve sosyal değişimler yaşandı ülkede ve yaşanmaya da devam ediyor. Ekonomik kaynakların azalması, üretimdeki sıkıntılar, kendi kendine yetebilmek noktasındaki yetersizlikler, halkın yaşam standartlarının giderek düşmesinin toplumda farklı ve istenmeyen birtakım gelişmeleri de tetiklediğini söylemek mümkün elbette ancak bütün bunları değerlendirirken hala devam eden yıkıcı ambargonun etkisini görmezden gelmemek gerekir.
Yazıyı 2017 yılında bahçesindeki mango ağacının meyvesini ikram ederken ülkesi hakkında şunları söyleyen bir Kübalının sözleri ile sonlandıralım: “Sizler Küba’ya geldiğinizde eski evler, eşyalar, arabalar hatta kıyafetler görüyor ve bizim için üzülüyorsunuz. Ama sizin göremediğiniz şeyler var; burada dünyanın pek çok ülkesinin aksine eğitim ücretsiz, sağlık ücretsiz, ulaşım çok ucuz. Evet sizin gibi sahip olduğumuz çok şey yok ama en temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için de korkunç koşullarda ve saatlerde çalışmak zorunda değiliz. Hepimizin evinde devletin bizlere dağıttığı aynı pilav tenceresi var. Herkesin iyi ya da kötü başını sokacak bir evi var. Amerika gibi param olmadan insanca yaşayamayacağım bir ülkede olmaktansa Küba’da şu mango ağacının altında yaşayıp ölmeyi tercih ederim.”
Evrensel'i Takip Et