Emek verelim ki ‘Yaşasın Emek’!
Emek Sineması’nı geç bulan ve tez yitirmekten korkanlardanım. Çocukluğum İstanbul’da geçmedi, Emek ile ilgili anlatılacak öyle fazla anım da yok. Ancak neredeyse iki yıldır Emek Sineması’nın yıkımına karşı sürdürülen mücadaleyi bir gazeteci olarak izledim. Emek ile ilgili anılarım da bu eylemlerde birikti işte.
Sinemamızın çınarlarından oyuncu Aytaç Arman’la kaybettiğimiz kültür-sanat mekanlarını konuşuyorduk, “Lale, Saray, Yeni Melek, Alkazar, Lüks” sinemalarını saydı bir çırpıda. Hepsi Beyoğlu’ndaymış ve şimdi hiçbiri yok! Ben bu sinemaların bir zamanlar varolduğundan haberdar bile olmamışım birçokları gibi. Peki bizim çocuklarımızın belleğinde neler kalacak? Sadece sinema salonlarından mı bahsediyoruz? İnsanlar da, mekanlarla sürülüyor hayatımızdan; Rumlar, Ermeniler, Çingeneler… Komşularımız, onların evlerinden yükselen farklı çiçek, yemek ve sabun kokuları da kayboluyor.
Hatırında tutmak; kadir kıymet bilmek, biraz da geçmişine, kültürüne sahip çıkmak değil midir? Dünün mekanlarına, yaşam alanlarına sahip çıkamazsak Balat’ta, Tarlabaşı’nda, Okmeydanı’nda başımızı sokacak evlerimize sahip çıkabilir miyiz? “Kentsel Dönüşüm” altında; Emek Sineması’nı yıkıp AVM yapmaya, hangi manzaraya kimin bakacağına, hangi semtte kimin oturmaya layık olduğuna, temiz bir hastanenin hangi zümreye hizmet vermesi gerektiğine, tiyatro, sinema, konser salonlarının tablet olarak sunulmasına karar veren aklı evveller nasıl durdurulacak? İşte Emek Sineması tam bu kaosun ortasındaki şehirlerimizin içinde kurtarılma şansı olan bir ada gibi duruyor. Emek’i yaşatırsak eski komşularımız, sokaklar geri gelmese de yenilerini yitirmemeye olan inancımız ve mücadele hırsımız büyüyecek gibi geliyor bana.
Bir zamanlar İstanbul Film Festivaline ev sahipliği yapan Emek Sineması, bu yıl festival açılışına yıkım haberiyle dahil olabildi. En büyük sinema salonlarımızdan birinin sırtına yıkım için iskeleler dayanmışken, “Festivali Emek’te açıyoruz!” dedi İstanbullu. Festivali bir başka heyecanlı kılan bu gelişmeler festivalin her gününde iz bırakan bir eylem silsilesine de dönüştü. Açılışta aralık görünen kapıdan giren sanatçılar, sinema yazarları ve İstanbullular salonun içinde de yıkımın başladığını gördü. “Emek Sineması’nı işgal ettiler”diye basına yansıdı bu eylem. Kısa bir süre sonra da en eski sinema eleştirmenimiz Atilla Dorsay, sinemayı görmek için girmek istediğinde bir inşaat firması (Kamer İnşaat) güvenliğince tartaklandı. Hemen biraz ileri sarıyorum; festivalin kapanış töreninde Cem Yılmaz ne diyordu; “Emek’i satın alayım dedim. Meğer Emek zaten bizimmiş”. Yani Emek zaten bizimse niye “işgal” olsun değil mi ama?
Dönersek festivale, yapılan tüm söyleşilerin, galaların, gösterimlerin “Emek Sineması”nın yıkım kararına, İstanbul’un dokusunun hoyratça dağıtılmasına tepki gösterilen birer eylem havasında olduğunu görebiliriz. Örneğin yönetmen Derviş Zaim, ulusal yarışmada yer alan filmi “Devir”in gösteriminden önce “Devir’i Emek’te izlemek istiyoruz” yazılı tişörtler dağıttı. Ve böylece festivalde ilk haftasonu, “Emek Bizim İstanbul Bizim” diyenlerin güçlenen sesiyle Taksim’i selamladı yeniden. Kitlenin en önünde, Tuncel Kurtiz, Derya Alabora, Erden Kıral, Ahmet Mümtaz Taylan ve festival için Türkiye’de bulunan ünlü yönetmen Costa Gavras gibi duayen sanatçı yürüdü. Her gün onlarca kez geçilen Emek Sineması sokağı bu defa asıl sahiplerine kapatıldı. Sokağa girmek isteyen kitleye, uluslarası festivalin ve İstanbul’un kültür-sanat hayatının göbeği İstiklal Caddesi’nde biber gazı ve tazyikli suyla saldırılınca, eylem evrensel bir ayıba dönüştü. Bu AKP’nin büyük demokrasi laflarına bir şerh düşürürken, Emek’i korumak isteyenleri vazgeçirmedi. Festivalin kapanışı da “Emek” buluşmasına sahne oldu. Oğluyla Emek’e film izlemeye geldiklerini söyleyen bir amca, torunuyla da Emek’e gelmek istediğini anlatıyor bize. Başka biri “Burası müze kabul edilmeli” derken, diğeri yetkililerin neden inatlaştığını soruyor. Birçok sanatçının ilk filmi Emek’te gösterilmiş, “Türkiye sinema tarihiyle eşdeğer” onlar için bu salon. Sanatçı Devrim Nas hükümetin bakışıyla bir benzerlik kuruyor; “Başbakan hep der ki; ‘Avrupa yakasının önemli bir cuma camisi yok’. İşte Türkiye’nin cuma sineması burası” diyor. Yönetmen Seren Yüce, her eylemde daha da umutlandığını, Emek’i kurtarmak için mücadeleye devam edileceğini, hâlâ geç olmadığını söylüyor.
14 Nisan, yani festivalin kapanış günü bu güzel eylemden nice sözler kazınıyor zihnimize. Dövizler koltuk altına alınıp Cemal Reşit Rey’deki festival kapanış törenine gidiliyor. Gecenin sunucuları Mert Fırat ve Ceyda Düvenci “Emek” diyerek başlayınca söze salon alkıştan, slogandan yıkılıyor. “Yaşasın Emek” dövizleri donatıyor salonu. Bütün gece yine “Emek” zikrediliyor, herkes daha fazla hissediyor: “Emek Bizim”.
Bu hafta Emek’in komşusu Rüya Sineması’na ilk kepçenin vuruluşu ile başladı. Cuma günü de polisin şiddetle muamele ettiği “Emek” eyleminde gözaltına alınan, aralarında Sinema Yazarları Derneği üyesi Berke Göl’ün de bulunduğu dört kişi hakkında 2 yıldan 6 yıla kadar hapis istendiği haberini aldık. Elbette topladığımız umut yerinde, ama Rüya artık yerinde değil. Mücadele etmeden, emek vermeden ayakta tutamıyoruz tarihimizi, sanatımızı, komşumuzu. Şimdi, yine o sokaklardan o evlerden gelen dostça, insanca kokular burnumuzun direğini sızlatırken, bunu kaybetmeyebiliriz. Emek verelim ki “Yaşasın Emek!”.
‘EMEK’ TARİHİYLE NEFES KESEN BİR MİLAT
EMEK Sineması 1000 kişiye yakın koltuk sayısıyla sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin en görkemli sinema salonu. Taşıdığı tarihle nefes kesen bir milat. Emekli Sandığı mülküyken, 1992’de Beyoğlu Belediyesi’nin ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın onayıyla Multi Türkmall ve Kamer İnşaata ihale edilen Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu Serkldoryan Kompleksi, 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi’sine kadar özel bir mülktü. Ama Varlık Vergisi uygulaması sonrası İstanbul Belediyesi, bu kompleksi satın alıyor ve içinde Melek, İpek sinemalarının bulunduğu kompleks 4 Ocak 1957’de Emekli Sandığı’na satılıyor. Yani kapatıldığı 2009 yılına kadar bir kamu işletmesi... Belki bu bilgiler çok tekrarlandı, ancak hafızamızın sıkça sıfırlandığı, aklımızla oynandığı, kavramların yer değiştirdiği bir dönemde bunları yinelemekten zeval gelmez.