20 Nisan 2013 11:35

Kentleşme ya da abide dikme iştahı

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu, ana akım televizyon kanallarında yer alan reklamların arasında ne çok inşaat(çı) reklamı var? Hem yeni firmalar devreye giriyor, hem görece eski firmalar evire, döndüre yeni rezidansların, kulelerin kilise korosu ve müziği eşliğinde(!) yeni alıcılarını beklediklerinin reklamını yapıyorlar. Çok ev,

Kentleşme ya da abide dikme iştahı
Paylaş
Aytuna Tosunoğlu*

Prof. Süleyman S. Öğün,  şehir ile kent arasındaki farkı (duygulanımlarımız açısından) açıklarken –mealen- şöyle demişti: “Kent”e bakarsınız; siz bakın diyedir. “Şehir” ise, size bakar. Florasını kısmen koruyabildiğimiz eski, tarihi İstanbul içinde dolaşırken binaların, sokakların ve bozulmamış dokunun bize nüfuz ettiğini hissedebiliriz. Kimler gelip, kimler geçmiştir... Yaşanmışlık şimdi bizim içinde olduğumuz ve adına zaman dediğimiz yerde elimizden tutar. Hayatımızı, içinde bilinmezlikleri ile birlikte sarmalarız, güçleniriz, yapacaklarımıza anlam katarız, yaşanmışlık duygusuyla... Kim bilir kimlerle aynı yazgıyı paylaşmışızdır. Hayat bir reçete verir gibi olur, şehir bize bakarken... Güncel Önkal’ın bir makalesinde tariflediği, “Kentin egoist ve hegemonik yükselişi” karşısında bu defa biz bakan oluruz. Hayat şehrin sokaklarındadır, kentte dikte edilen bir yaşam vardır. Üstelik onun egoizmi hepimizi esir almıştır ve yaşamlarımızı dönüştürüyordur, çoktan beri. Özgürlük anlayışı güdükleşip, bir “konforlu yaşam” tasvirine dönüşmektedir. Hayat artık yalıtılmış, egoist ve hegemonik yapılara tıkılmıştır. Adına da yaşam deriz... Bireysel, dayanıksız, uçucu ve geçici yaşanmışlıklarımızı abide gibi diktiğimiz rezidanslar yüzümüze bağırır, durur.

KILIFINI UYDURAN ÇALACAK

Bunlara maruz kalan toplum (siz, biz, hepimiz), ortak bir konuşma, giyinme ve hayata bakış biçimi geliştirmekteyiz. Bu ideolojik ve iktisadi üstünlük, derindeki farklılıkların gizlenmesine yarar. Herkesin eşit gözüktüğü bir düzlemdir, söz konusu olan. Kentleşme dediğimiz bu akışkan hareket, karşısına engel çıkmayan bir harekettir. Gelecek kuşakların kendi yaşamını aydınlatıcı bir öykü gibi çocuklarına anlatamamasının ve onu dinleyenlerin kendisi için karakterinin gelişmediği hissine kapılmasının nedenlerinden biri abideler içinde yaşam yüzünden olacaktır.

Hayata dair bilginin, tecrübe denen çift yönlü caddenin paylaşımı yerini tarihsel durakların silindiği belleksiz bir toplum olmaya bıraktı. Kent ufukları –hangi yönden bakarsanız, fark etmiyor– tarihi dokunun işe yaramaz olduğunu dikte eden abideler yani iş kuleleri, rezidanslar, AVM’ler, siteler ile doldu. Yeşil kalan bir kaç noktanın peşinde “ben de”ciler var. Her dönem olduğu gibi, bu dönemde de kılıfını uyduran çalacak, minareyi.

Öte yandan, bazı inşaat şirketlerinin adına ısrarla ve ısrarla restorasyon dedikleri şeyin aslında yıkmak ve baştan yapmak olduğunu ve kültürsüzleşmek için atılan adımlardan ibaret olduğunu görüyoruz. Celal Esad Arseven, Mimari Tarihi kitabında restorasyonu “sanatça tamir” olarak tanımlıyor. Normal tamir işleriyle restorasyonu birbirinden ayırt etmek açısından bu vurgusu önemli. Bir mimari eseri, bir tablo veya heykel gibi herhangi bir sanat eserinin zamanla zarar görmüş, bozulmuş kısımlarını, o eserin sanat değerine ve eski şekline zarar vermeksizin sanat bakımından rehabilite etmek ile yıkıp baştan yapmak arasında derin bir uçurum bulunur. Bu noktada kültürün egemen olanın hizmetinde yer alması geçerlilik kazanır. İstanbul, egemenlerin uyguladığı, üstlerine giderseniz tariflediği bir restorasyon anlayışıyla ve etrafını çevreleyen doğal ortamından yalıtılarak yıkılan tarihi binalarla doludur.

TEMASLI ASOSYALLİK

Ofis düzenlerinde ara duvarların kaldırılması, herkesin bir ve tek mekanda birlikte oturuyor olması verimliliğin arttırılması olarak öne sürülür. Çünkü ofis planlamacılarına göre insanlar gün boyunca birbirlerinin gözü önünde dedikodu yapmayacak, çene çalmayacaktır. Kendilerine çeki düzen verecektir. Herkes birbirinin gözetimi altında olunca sosyalleşme azalır ve sessizlik tek savunma tarzı haline gelir. Görünürlük ve yalıtım paradoksu en yüksek seviyededir burada. Yakın temas arttığı anda sosyallikte düşüş başlar, diyor Sennett.

Abide dikme iştahına kapılan (hem maddi hem manevi anlamda bir iştah bu) iktidarın ve de inşaat firmalarının biz potansiyel mal-mülk alıcılarını(!) suskun izleyiciye, dikizleyiciye, eylem yerine yüzeysel gözlemci, pasif katılımcı ve rontgenciye dönüştürdüğünün farkındayız.

Bir durumun daha farkındayız; hegemonya kurmuş olan merkezle ilgilenmek merkezi sarsmıyor, altüst etmiyor yani hiçbir işe yaramıyor. Foucault’nun dediği gibi, buna karşılık yapılabilecek tek şey sınırlarda var olmak. Marjinal sayılan alanlarda ve kesimlerde, entelektüel, kültürel, sanatsal ve siyasi var oluşların kalıcı hatta dönüştürücü anlamları olabileceğinin farkındayız. Merkeziyetçi yapı henüz perifer adına konuşamamakta. “Konforlu yaşam” vaadi, periferi kandıramıyor...


KÜLTÜRÜN TEKELLEŞMESİ

ADORNO ve Horkheimer kültür alanına tekellerin hakim olduğunu söylerlerken kültürü tek tipleştirdiğini düşündüler. Teknolojik gelişmeler sonucunda kültür ve endüstri iç içe geçmiştir ve kültürün bozulmasına sebep olmuştur.

Richard Sennett bu durumun (da) yaygın toplumsal sonuçları olduğunu ifade ederek ona bir ad verir: Bu, mahrem bir toplum tasavvurudur. Kulelerin katlarına sıkıştırılmış mahremiyet, sıcaklık, güven, duyguların açıkça ifade edilmesi gibi kulağa hoş gelen şeyleri çağrıştırır ancak, tam da bu psikolojik faydaları içinde bulmayı beklediğimiz ve bir anlamı olan toplumsal yaşam bu psikolojik ödülleri sunamadığı içindir ki site dışındaki dünya bize yararsız görünür; bayat ve bomboştur.

Yine Sennett’in mealen ifadesiyle, şehir içindeki meydanlar boşaltılıp terk edildiği oranda, mahrem ilişkileri temel alan bakış açısının çekim gücü artar. Çevre, en fiziksel düzeyde insanları kamusal alanın anlamsız olduğunu düşünmeye iter. Hiç bir etkinlik için kullanılmayan alanlardan bahsediyoruz. Meydanın doğası insanları ve etkinlikleri kaynaştırmayı gerektirir. Tam tersi olarak, meydanlara bakan cam duvarlı, saydam, içi görünen binalarda insanlar hem içeriden hem de dışarıdan bakanlar için bir görünürlüğün ortasında “yalıtılmışlık paradoksu” yaratır.

* Yazar, sinemacı

ÖNCEKİ HABER

Emek verelim ki ‘Yaşasın Emek’!

SONRAKİ HABER

Çocukluğum, 'yabancı'lığım ve babam

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa