20 Nisan 2013 08:33

Çocukluğum, 'yabancı'lığım ve babam

Babam Erkan Yücel’e dair hatırladıklarım siyah beyaz anı parçalarından ibaret. Bir de tabii filmler var ondan kalan…Hakkari’de Bir Mevsim’i, ölümünün ardından, Emek Sineması’nda yapılan galasında izlemiştim, altı yaşındaydım. Filmden aklımda kalan tek şey, Genco Erkal’ın Hakkarili çocuklara güneşi

Çocukluğum, 'yabancı'lığım ve babam
Paylaş
Fırat Yücel

Geçmişi anlamaya çalışmanın manasızlığına inanarak büyüdüm ben. “Ne olduysa oldu! Geçmişi didiklemenin anlamı yok.” Çocukluğum bu sözlerin gölgesi altında geçti. Zihnimin içinde pusu kurmuş bir iç ses gibi yankılanıp durdular: Babanın hikayesinden, davasından devralınacak bir şey yok. Baba öldü, devrim hayalleriyle birlikte suya düştü, kayboldu.. Doğduğum yerde, İzmir’de, doğduğum zamanda, askeri darbenin arifesinde doğdum, evveli yok. Ben Hakkari’de Bir Mevsim romanının kahramanı gibiyim, O’yum, burjuva yalnızlığında yabancı, babamsa kaçakçı Halit, yersiz yurtsuzluğunda yabancı.

Doğum tarihimden öncesine bakmamamı annemin tembihlediğini düşündüm yıllarca, ama o da değildi yasakçı iç sesin sahibi, öyle olsa bile dediklerine kendi de inanmıyordu. Peki öyleyse çocuk kendi kendine mi uydurdu? Yoksa baba kaybının acısıyla baş etmek, yas sürecini erteleyebildiği kadar ertelemek için başkalarının laflarını mı kullandı bilinçsizce? “Senin bir baban yoktu zaten”, “hep turnedeydi”, “devrimcilik oynuyordu”…

BENDE GÖRDÜĞÜN HER ŞEY GEÇ BAŞLAR

Geçmişi bu şekilde yok saymanın, bir babam olduğu gerçeğini hiçe saymakla aynı anlama geldiğini çok sonraları idrak edeceğim. Ama “ne olduysa oldu” dememeyi öğrendiğim zaman, bu sefer başka bir iç ses girecek devreye, “anlamak imkansız” diyecek, “her şey çok karışık”… Çocukluktan kalma bir refleksle okuduğum hiçbir şey aklımda kalmayacak, okuyacak ve unutacağım, babama dair, ülkeye dair her şeyi. Endişe’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Çekiç ve Titreşim’i, Yorgun Savaşçı’yı izlemem, babamın devrimciliği, tiyatroculuğu üzerine okumalar yapmam, annemin bir kenara sakladığı gazete kupürlerine, mektuplara göz atmam üniversite yılları ve sonrasında gerçekleşecek. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ının “Bende gördüğün her şey babamla başlar” cümlesi üzerine düşünüp, “acaba bende de öyle mi?​” diye soracağım zamanlar... Bütün solcu, tiyatrocu arkadaşlarımın dinlemiş olduğu, elden ele dolaşan Nasreddin Hoca fıkraları kasetini ben hepsinden sonra dinleyeceğim. Her şey babamla başlayacak, ama oldukça geç. Öyle ki babamın yasını tutmaya başlamam, Türkiye’de sol siyasetin tarihinin yeniden yazıldığı, yeni siyasi güç odaklarınca kavramların, pozisyonların baştan şekillendirildiği yıllara denk gelecek. Kafam çok karışacak, öyle ki ben de yeniden bir çocuk gibi hissedeceğim kendimi.

1980’lerin neoliberal ninnileriyle büyümenin bedeli şu “derin” sinik düşünceye yatkınlık geliştirmek: Dünyaya geliş ve ölüm arasında kalan zaman birimi, her şeyle doldurulabilir ve neyle doldurulduğunun da bir önemi yoktur; şimdi serbest piyasa ekonomisinde yaşıyorsak, şimdi tüketim arzusu en meşru mutluluk kaynağıysa, bunun tadını çıkarmak da en akla yatkın şeydir. Lakin, bir mücadeleye angaje olamamış devrimci çocukları politik sinizmi de benimseyemez; eyleme dönüşecek yer bulamadıkça daha da büyüyen bir romantik solculukla ve daimi bir melankoliyle baş başa kalırlar. O en meşru mutluluk kaynağından da pek zevk aldıkları söylenemez, daha çok Çehov’un Ateşler’inin Anenyev’inin gençliğinde yaptığı gibi “Yalnız kalınan her dakikayı ve uygun her olayı, yaşamın boşuna olduğu ve ahiretin karanlığıyla ilgili düşüncelerin tadını çıkarmak için” kullanırlar. Ama zamanla, ölümlülüğü bahane ederek her mücadeleyi, hareketi, eylemi anlamsız sayan bu iç seslerle kavga etmeye de başlarlar. İnançsızlık yerini öfkeye bırakır: “Her örgüt birbirinden beter”, “siyaset hep kirli” laflarını dinleye dinleye kendi zihnini dahi örgütleyememenin, “her şeyin görece” olduğuna dair öğretileri okuya okuya varoluşunu göreceleşmiş bulmanın öfkesi. Kendi varoluşunun öncesini ancak siyah beyaz, bulanık, grenli hayal edebilmenin öfkesi.

KENDİ TARİHİNİ BULMAK

Kendi tarihimle ilişki kuramamam, sermayeye karşı yürütülen toplumsal mücadelelerin bir sürekliliği olmadığı, olsa bile kuşaktan kuşağa aktarılan bu direniş anlatısının da diğer büyük toplum tasarıları kadar (ancak o kadar, daha fazla değil) değeri olduğuna koşullandırılmış olmamla alakalı belki. Toplumsal tarihin devamlılığına olan inancın yittiği noktada, kişisel hikayelerin devamlılığına da inanmak mümkün olmuyor. Anenyev, hayatın anlamsızlığına dair “yüce” düşüncelere sahip gençlerin yanılgılarını sayarken şöyle der: “bizim düşüncemiz, yaşamın anlamını reddederken, aslında her münferit kişiliğin anlamını da reddediyor.” Kendi tarihini kuramayan bir devrimci çocuğunun, anlamını reddettiği kişiliklerden biri de kendisidir belki.

Ama ironik biçimde, kendisi cesaret edemese bile bu ülke, bu devlet, bu toplum hep hatırlatır ona nereden geldiğini, babasının kim olduğunu, ne için mücadele verdiğini. Roboski’de katledilenlerden biri de kaçakçı Halit’tir onun zihninde, “yabancıları severim” diyen Halit. Çukurova’daki tarım işçilerinin “bin yıldır” değişmeyen koşulları, Kürt mevsimlik işçilerin endişeleri… İflahsızın Yusuf’lar, Cevher’ler…

***

Çocuk kuşkusuz tek başına yasaklamamıştır kendine geçmişi. Yıllarca öyle düşündü, ‘yabancı’lığını varoluşçu bir “tercih” saydı. Uzun yıllar ancak çamur gibi görüntüye sahip kopyalardan izlenebilen, yasaklanmış, kaybolmuş filmler, yakılmış bir televizyon dizisi, birkaç tiyatro oyunu kaydı… Hatıralar bu yüzden bu kadar ulaşılmaz geldi belki çocuğa. Anılarının siyah beyazlığı “hafızanın doğası”ndan değildi. Babasına, başka birinin anlatıcılığı olmadan bakma yolunun bu sansürlü, bulanık görüntülerden geçmesindendi… Hafızası otoriteye tutsak düşmüştü. Yabancılığı bir seçim değildi.

***

Babam Endişe’deki rolüyle kazandığı Altın Portakal’ı, bu ödül tarım işçilerinin hakkıdır, diyerek sendikaya vermiş, polis baskın yapıp ödüle el koymuştu. Bugün, bilincimi kuşatan, düşüncelerimi parçalara ayıran bütün sinik reflekslere, içime işlemiş otorite korkusuna karşın yazıp çiziyorsam, sanatın, filmlerin, ödüllerin anlamını sorgulamak için, hayatla bağlarını sorgulamak içindir; babamın da parçası olduğu o geçmişten, o mücadele ruhundan bugüne taşınması gereken çok değer olduğuna inandığım için.

ÖNCEKİ HABER

Kentleşme ya da abide dikme iştahı

SONRAKİ HABER

Yaşamaktan mahcup olmak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa