23 Mart 2025 03:46

Avrupa'nın Gündemi: Silahlanmada transatlantik rekabet

ABD’den güvenlik konusunda umudunu kesen AB kendi silah üretimine yöneldi. Savaş çığırtkanlarının başı İngiltere engelli yardımını bile kaldırıyor. Fransa’da ise emeklilik reformu girişimi dağıldı.

Avrupa'nın Gündemi: Silahlanmada transatlantik rekabet

Fotoğraf: Quistnix, CC-BY-2.0, Wikimedia Commons

AB-ABD ilişkisi, Trump’ın NATO’yu sorgulaması sonrası çok iyi gitmiyor. Avrupa’nın ABD’den bağımsız saldırı ve savunma gücüne sahip olma çabası ABD’ye direkt saldırmadan devam ediyor. AB Komisyonu “silahını Avrupa’dan al” kuralını hayata geçirmeye çalışıyor.

Fransa Başbakanı Bayrou, işçi ve işveren temsilcileri arasındaki müzakere sürecini sabote ediyor. Ülkenin en büyük işçi örgütü olan Genel İş Konfederasyonunun (CGT) çekilmesiyle, 2023 emeklilik reformu üzerindeki tartışmaların geleceği belirsizleşti. Hükümetin bu durumdaki sorumluluğu büyük.

İngiltere’de İşçi Partisi hükümeti bu hafta engelli yardımını da içeren sosyal yardımlarda kesintiler yapılacağını duyurdu. Guardian gazetesine mektup yazan ve engelli yardımı alan Brian, durumunu şöyle özetliyor: “Geleceğe ve beni nelerin beklediğine dair belirsizlik beni o kadar kaygılandırıyor ki, yaşamaya odaklanamıyorum bile. Zamanımın çoğunu nasıl hayatta kalacağımız konusunda endişelenerek geçiriyorum”

Avrupa ABD’den silah almayı reddediyor

Hubert Wetzel
Süddeutsche Zeitung

AB Komisyonu nazik, temkinli bir otorite. Bu nedenle, Amerikan Başkanı Donald Trump’ın şu anda transatlantik ilişkilerle ilgili neler yaptığını çok gizli bir şekilde yorumluyor. Trump’ın Rusya Lideri Vladimir Putin ile ortak iş fırsatlarını keşfetmek amacıyla Avrupa ile onlarca yıllık güvenlik ortaklığını bozduğuna dair kamuoyunda hiçbir açıklama yapılmadı.

Komisyon ise Trump’ın Avrupa’dan uzaklaşmasını tanımlamak için şu ifadeyi icat etti: Amerika, artık her türlü belge ve konuşmada söylediği gibi, “Hint-Pasifik bölgesine yöneliyor.”

Ama tabii ki bu sadece bir söylem. AB Komisyonunun Trump yönetimindeki Amerika’nın artık Avrupa’nın 80 yıl boyunca güvenliğini emanet edebileceği Amerika olmadığı konusunda çok net bir tablosu var. Ve dürüst olmak gerekirse Avrupalılar güvenliklerini ABD’ye emanet etmekten çok mutluydular, çünkü bu kendilerinin ilgilenmesinden daha ucuz ve daha rahattı.

Ama artık bitti. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, pazartesi günü Kopenhag’daki Danimarka Askeri Akademisinde yaptığı konuşmada, “Avrupa artık şu ana kadar güvendiğimiz güvenlik mimarisine güvenemez” dedi. Alt metin: Bu güvenlik mimarisinin temeli, Amerika’nın Avrupa’yı askeri olarak koruma konusundaki güvenilir isteğiydi. Ve o temel yok oldu.

Dolayısıyla şu anda Brüksel’de şaşırtıcı bir diplomatik gösteriye tanıklık ediyoruz. AB, Trump yönetimindeki ABD hâlâ güvenilir bir müttefikmiş gibi davranıyor. Ancak aynı zamanda Avrupa’nın savunma açısından Amerika’dan önemli ölçüde daha bağımsız hale gelmesi için de pek çok kaldıraç devreye sokuluyor. Bu konunun bu kadar acil bir şekilde ileriye taşınmasının nedeni aslında Trump’ın güvenlik politikasındaki geri adımla açıklanabilir, diğer aktörlerin saldırgan davranışlarıyla değil. Zira Rusya 2014 yılından bu yana Ukrayna’ya saldırıyor, Çin ise bir süredir Asya’da hegemonya kurma çabasında. Ancak tamamen yeni olan şey, Amerika’nın Avrupa’yı terk etmesi, daha doğrusu “Hint-Pasifik bölgesine yönelmesi.”

Tıpkı Avrupa ekonomisinin önemli bir bölümünün Çin’e olan bağımlılığının artık azaltılması gereken bir risk olarak görülmesi gibi, Trump’ın Amerika’sına olan güvenlik bağımlılığı da artık bir tehdit olarak görülüyor. Ve karşı önlemler alınıyor. Örneğin AB ve NATO ülkesi Portekiz’in hükümeti, Trump’ın davranışları nedeniyle Amerikan F-35 savaş uçağı satın alma kararını yeniden değerlendireceğini duyurdu. Portekiz, Beyaz Saray’ın yedek parça veya yazılım güncellemelerinin teslimatını engellemesi durumunda artık faaliyette olmayacak uçakların hava kuvvetlerinde bulunmasını istemiyor. Ve Trump Ukrayna’ya aynısını yaptıktan sonra bunu kim olmaz görebilir ki? Benzer değerlendirmeler, F-35’in potansiyel müşterileri arasında yer alan Kanada ve İsviçre’de de yapılıyor.

ABD’den F-35 siparişi veren Almanya’da bile benzer düşünceler var: Artık Avrupa için iyi bir ortak olmak istemeyen bir ülkeden savaş uçağı almayacağız, diyorlar Berlin’de.

AB Komisyonu çarşamba günü Brüksel’de Avrupa savunma politikasının geleceğine ilişkin Beyaz Kitap’ı sundu. Ayrıca ABD’nin Pasifik bölgesine yönelmesiyle ilgili dostça ama pek de dürüst olmayan bir ifade de yer alıyordu. Ancak bunları, Avrupa’nın, Amerikalıların yardımı olmadan bile, acil bir durumda Rusya’ya karşı kıtayı savunabilmesi için ordularını hangi askeri teçhizatla donatması gerektiğine dair fikir ve önerilerle dolu sayfalar takip etti. Avrupalılar şu anda uzun vadede modern ve yüksek yoğunluklu bir savaşı sürdürmek için ihtiyaç duydukları şeylere sahip değiller: Hava savunması, topçu, muharebe, nakliye ve tanker uçakları, keşif ve muharebe insansız hava araçları, uydular ve mühimmat...

AB Komisyonu bu “kapasite açığını” mümkün olduğunca çabuk kapatmak istiyor ve hedef 2030 yılı. Ancak amaç, ABD’nin NATO’da onlarca yıldır taşıdığı askeri yükün bir kısmını hafifletmekten çok; ama daha ziyade Avrupa’nın varoluşsal savunma konularında Trump’ın keyfi kararlarına bağımlı olmaması için.

AB ülkelerine yeniden silahlanma konusunda mali esneklik sağlamak amacıyla Komisyon, önümüzdeki dört yıl için bir ülkenin yıllık kamu açığını hesaplarken ekonomik çıktının yüzde 1.5’ine kadar olan savunma harcamalarını artık dahil etmeyecek. AB kurallarına göre bu oran yüzde 3’ü geçemez. Brüksel bu nedenle üye ülkelerin silah satın alabilmeleri için daha fazla borçlanmalarına izin veriyor. Bu şekilde toplam 650 milyar avro kaynak sağlanabilir.

Ayrıca, kısaca SAFE olarak adlandırılan “Avrupa için güvenlik eylemi” adlı yeni bir finansman aracının da devreye alınması planlanıyor. Bu, AB Komisyonunun borçlanma yoluyla doldurduğu, 150 milyar avro olması beklenen bir para havuzu. AB üye ülkelerinin bundan yararlanarak, ABD ile tanımlanmış kapasite açığını doldurabilecek askeri teçhizatı diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte satın alabilmeleri için kredi sağlayabilmeleri gerekmekte.

AB, Ukrayna’ya silah satın almak amacıyla daha önce de benzer programlar başlatmıştı. Ancak SAFE’nin yeniliği, bu parayla satın alınan askeri ekipmanların Avrupa şirketlerinden gelmesi ve ağırlıklı olarak Avrupa’da üretilmesi gerektiği yönündeki alışılmadık derecede katı gereklilik. Bu, Avrupa silah sanayisinin Amerikan silah sanayisiyle rekabet edebilecek düzeye gelmesini ve Avrupa ordularına yeterli savaş ekipmanı sağlanmasını hedefliyor.

Geçmişte AB’de bu tür “Avrupa’dan satın al” maddeleri yüzünden sık sık tartışmalar yaşanmıştı. Özellikle Fransa, Avrupa’daki vergi mükelleflerinin parasının ABD’li silah şirketlerine aktarılmaması gerektiğini savunuyor. Zira bu şirketler, son yıllarda Avrupa’nın satın aldığı silahların yaklaşık üçte ikisini tedarik ediyor. Almanya da dahil olmak üzere diğer ülkeler ise Amerikan şirketlerinin Avrupalı şirketlerden daha hızlı teslimat yapabildiğini ve Patriot uçaksavar füzeleri gibi en iyi ürünleri bile teslim edebildiğini ileri sürdüler. Ayrıca Avrupa’nın Amerika’dan silah satın alması durumunda transatlantik ittifakın güçleneceği, İş Adamı Trump’ın da bir noktada bunu fark edeceği söyleniyordu.

Brüksel’de bu argüman artık pek duyulmuyor, ancak hâlâ “Avrupa’dan al” kuralını çok katı bulan başkentler var. Özellikle Büyük Britanya’nın olası dışlanması şüpheyle karşılanıyor. Mevcut durumda, SAFE kuralları, ABD ve İngiltere’yi kapsamayan AB, Ukrayna, Norveç veya diğer bazı ortak ülkelerde merkezi bulunmayan şirketlerden silah alımına, istisnai durumlarda ve Komisyon tarafından incelendikten sonra izin veriyor. Üçüncü ülkelerden alım yapılması halinde, bu ülkelerin silahların kullanımını engelleme imkanına sahip olmaması gerekiyor. Kurallarda, bunun “Son jeopolitik gelişmeler göz önüne alındığında” gerekli olduğu belirtiliyor.

Bunun Donald Trump’tan bağımsızlık ilanından başka bir şey olarak anlaşılması pek mümkün değil. Göreve başlaması şüphesiz yakın tarihin yıkıcı olan jeopolitik gelişmesiydi. Komisyon da tam olarak kastedilenin bu olduğunu reddetmiyor.

Çeviren: Semra Çelik


Bu sosyal yardım değişiklikleri bizi uçurumun kenarına daha da yaklaştıracak

Brian*
The Guardian

Ben bekar bir babayım ve kişisel bağımsızlık ödemesi alıyorum. Mental sorunlarım var ve kovid pandemisinin sonlarına doğru otizm teşhisi konuldu. Aynı zamanda evrensel kredi (sosyal geçim yardımı) alıyorum, çalışma ile ilgili faaliyetler için sınırlı yetenek yardımını alıyorum, ki artık bu yeni talep sahiplerine verilmeyecek ve benim gibi mevcut olanlar için dondurulacak. Enflasyon artmaya devam ettikçe bu kesinti, gelirimin düşmesi ve ay sonunu getirmek için daha da zorlanmam anlamına gelecek. Kaçınılmaz masrafları ödedikten sonra hayatta kalmak için sahip olduğum para miktarıyla zaten varoluşun sınırında yaşıyorum. Her gün yeni bir zorluk -hangi gıdayı satın alabileceğimi bilemiyorum ve daha büyük süpermarketlere gitmeye gücüm yetmediği için gitmek zorunda olduğum yerel dükkanlar daha da pahalı.

Ailemizde Noel ya da doğum günü ikramları, dışarıda eğlenceli günler ya da ara sıra paket servisler, gazete ya da dergiler, TV ya da yayın abonelikleri yok. Hayatta kalmak için mutlak bir gereklilik değilse, bu konuda harcama yapmayı düşünemeyiz bile.

Yıllarca kesinti yaptıktan sonra, engelli yardımlarında önerilen değişiklikler devam ederse daha fazla tasarruf yapmam mümkün değil. Ve eğer İşçi Partisi sosyal güvenliği kesmeye bu kadar hazırsa, bundan daha fazlası da gelebilir mi? Geleceğe ve beni nelerin beklediğine dair belirsizlik beni o kadar kaygılandırıyor ki, yaşamaya odaklanamıyorum bile. Zamanımın çoğunu nasıl hayatta kalacağımız konusunda endişelenerek geçiriyorum.

Bir süredir işler bu kadar zordu. Pandemi sırasında, temel bir gelirle yaşarken, okul yemekleri, okul üniforması, ev faturaları ve geniş bant gibi günlük masrafları karşılayamadım. Ortaokul boyunca kızımın okul üniformasının çoğunu değiştiremedim ve karantina başladığında evde internet bağlantımız yoktu, ki bu kızımın eğitimi için çok önemliydi. Geniş bant maliyetini karşılamak çok büyük fedakarlıklar yapmak anlamına geliyordu. O zamandan beri evdeki ısıtmayı kapatmak zorunda kaldım ve çok gerekli olmadıkça ışıkları açmayarak ve kendimi her sabah bir fincan kahve ile sınırlayarak kullandığımız elektrik miktarını büyük ölçüde azalttım...

Geçen yıl Downing Street’te (Başbakanlık Ofisi) hükümet üyeleriyle bir araya gelerek bu bozuk sistemde değişiklik yapılmasını talep eden bir grup yoksulluk içinde yaşayan ebeveynden biriydim. Şimdi değişim için yaptığımız çağrıların göz ardı edilmesinden endişe ediyorum. Hükümet, son seçim öncesinde söz verdiği gibi, engelli ve düşük gelirli insanları desteklemeye yardımcı olmalıdır. Hükümetin maliyetlerini düşürmenin başka yolları da olmalı.

Bugün alınan tedbirlerin uygulanması uzun yıllar alacak ve engelli yardımı talep edenleri gelecekleri ve nasıl güvenli bir şekilde hayatta kalabilecekleri konusunda daha da fazla belirsizlikle baş başa bırakacaktır. Sistemin anlaşılması ve müzakere edilmesi zaten zor. Ancak bugün yapılan açıklamalar, yardıma en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde herkes için işleri daha da zorlaştırıyor.

*Brian, düşük gelirli yaklaşık 200 ebeveyn ve bakıcı ile birlikte, York Üniversitesindeki Çocuk Yoksulluğu Eylem Grubu ile birlikte çalışan Değişen Gerçekler grubunda da yer alıyor

Çeviren: Sarya Tunç


Fransa’da emeklilik reformu görüşmeleri çıkmaza girdi

Cyprien Boganda
Humanite

Genel İş Konfederasyonunun (CGT) François Bayrou’nun organize ettiği “konklav”*dan çekilmesiyle, 2023 emeklilik reformu üzerindeki tartışmaların geleceği belirsizleşti. Hükümetin bu durumdaki sorumluluğu büyük.

Bayrou’nun ocak ayı ortasında başlattığı girişim hızla çöktü. Üç hafta içinde üç önemli aktör süreci terk etti: FO (İşçi Gücü Sendikası) ve işveren örgütü U2P’nin ardından, CGT Genel Sekreteri Sophie Binet, çarşamba akşamı France 2’de bu sürece katılmayacaklarını duyurdu. Gelinen noktada, bu “konklav”ın devamı belirsiz hale geldi.

Başbakan ise süreci en başından itibaren baltaladı. Yaptığı sert açıklamalar, en ılımlı sendikacıları bile şaşkına çevirdi. Henüz tamamen sona erdiği söylenemese de, bu sürecin bir başarısızlık hikayesi olduğu şimdiden belli.

Başlangıçta kaos vardı (14 Ocak)

Yeni başbakanın 14 Ocak’taki genel siyaset konuşması merakla bekleniyordu. Özellikle de 2023’te getirilen ve Fransız halkı tarafından büyük ölçüde reddedilen emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılmasını içeren reform konusunda nasıl bir tutum alacağı önemliydi. Ancak Bayrou net bir karar almak yerine sorumluluğu sendikalara ve işveren temsilcilerine devretti. Eğer iki taraf reforma dair bir anlaşmaya varırsa, bu bir yasa tasarısına dönüştürülecekti. Aksi halde mevcut reform yürürlükte kalacaktı.

Ancak bu girişim daha baştan sorunluydu. Öncelikle, “konklav” isminin Katolik dünyasına referans yapması sendikacılardan tepki aldı. Bir sendikacı şöyle dalga geçiyordu: “Bu Bayrou’nun Katolik yönü ama sendikalar işçi haklarını savunur, Papa seçmez!”

CGT Genel Sekreteri Sophie Binet ise, sürecin kapalı kapılar ardında yürütülmesine karşı çıkarak, “CGT hiçbir konklava katılmaz. Ne laiklik ne de şeffaflık açısından bu kabul edilebilir” dedi.

Sayıştay sahneye çıkıyor (20 Şubat)

Bayrou, emeklilik konusunda “Kutsal dokunulmazlıklar (totemler) ve konuşulmayacak hiç bir konu (tabular) olmadığını” iddia etse de, kamu borçları konusundaki takıntısı bilinmiyor değildi. Olası bir anlaşmazlıkta reformun devam etmesi için şimdiden Sayıştaya bir rapor sipariş etti. 20 Şubat’ta yayımlanan bu rapor tam da hükümetin istediği gibi çıktı: Emeklilik sisteminin finansal açıdan sürdürülemez olduğunu, 2025’te 6.6 milyar, 2035’te 15 milyar, 2045’te ise 30 milyar avro açık vereceğini iddia ediyordu. Ancak rapor, sosyal güvenlik prim oranlarının artırılması gibi seçenekleri dışladı ve bunun istihdamı olumsuz etkileyeceğini öne sürdü. Çözüm olarak yine çalışma süresinin uzatılması ve emeklilik yaşının yükseltilmesi önerildi.

İlk toplantı, ilk kopuş (27 Şubat)

Müzakereler kötü başladı. Daha toplantı öncesinde bir sendika yetkilisi, “Bundan bir çıkış yolu göremiyorum. 10 yıldır bu tür görüşmeleri takip ediyorum ama ilk kez bu kadar umutsuzum. İşverenler hiçbir şeyden taviz vermek istemiyor ve sonunda başarısızlık olursa suç bize yüklenecek” diyordu.

Beklenen oldu: İlk toplantının ardından FO sendikası süreci “maskaralık” olarak nitelendirerek masadan kalktı. Bu, diğer çekilmelerin de önünü açtı.

Son darbe (16 Mart)

François Bayrou, sürecin tabutuna son çiviyi bizzat kendisi çaktı. 16 Mart’ta yaptığı açıklamada, emeklilik yaşını yeniden 62’ye çekme fikrine kesinlikle karşı olduğunu belirtti. Böylece müzakerelerin zaten anlamsız olduğu ortaya çıktı: Sendikalar ne kadar tartışırsa tartışsın, 62 yaş seçeneği yasada yer almayacaktı.

İki gün sonra hükümetin diğer üyeleri süreci toparlamaya çalıştı ve sendikaların “Son sözü söyleyeceğini” iddia etti. Ancak Bayrou, tavrını değiştirmedi. Sendikalar bu inatçılığı şaşkınlıkla karşıladı.

CGT’nin nihai kararı

CGT, 18 Mart’ta kendi bünyesinde bir oylama yaparak süreçten çekilip çekilmeme konusunda görüş aldı. Büyük çoğunluk, görüşmelerin bırakılması yönünde oy kullandı. CGT masadan kalkarken, uzlaşmacı tavırlarıyla bilinen CFDT (Fransız Demokratik İşçi Konfederasyonu ) ise tamamen yeni bir müzakere süreci talep ediyor.

Sendikacılar ve siyasetçiler Bayrou’nun bu tutumunu açıklamaya çalışıyor. CGT’den Regis Mezzasalma, Bayrou’nun “Hükümete karşı bir gensoru önergesinin gelmeyeceğine oynadığını” düşünüyor. Ona göre hükümetin asıl önceliği, “Ekonomik krize karşı savaş bütçesini finanse etmek, emeklilik yaşını düşürmek değil.”

Ancak LIOT (Özgürlükler, Bağımsızlar, Denizaşırı Bölgeler ve Topraklar) Grubunun Milletvekili Stephane Viry, Başbakanın büyük bir risk aldığını belirtiyor: “Bu hükümetin parlamentoda çoğunluğu yok. Bayrou ateşle oynuyor: Eğer Sosyalist Parti, solun geri kalanı ve Ulusal Cephe (RN) birlikte hareket ederse, hükümet düşebilir.”

Sonuç olarak, François Bayrou’nun girişimi büyük ölçüde başarısız oldu ve sendikaların güvenini kaybetti. Bundan sonra emeklilik reformu konusunda nasıl bir yol izleneceği belirsizliğini koruyor.

*Konklav: Katolik geleneğinde, yeni bir Papa’yı seçmek için kardinallerin kapalı kapılar ardında gerçekleştirdiği toplantıya “konklav” deniyor. Bu süreç tamamen gizli yürütülür ve dış dünyayla hiçbir iletişim kurulmaz.

Çeviren: Ali Rıza Yıldırım

Evrensel'i Takip Et