13 Nisan 2025 12:01

Eduardo Galeano | Hafıza dilsiz olmasın diye

Memleketini, Güney Amerika’yı ve tüm dünyayı, denizi göremeden ölecek madencilerde vücut bulmuş memleketinin, Güney Amerika’nın ve dünyanın tüm namuslu, yiğit insanlarını sevdi, onları yazdı.

Eduardo Galeano | Hafıza dilsiz olmasın diye

Fotoğraf: Mariela De Marchi Moyano (CC BY-SA 2.0)

Göksel Aymaz
[email protected]


Bugün Uruguaylı gazeteci yazar Eduardo Galeano’nun onuncu ölüm yıldönümü. Galeano, Neruda gibi, Marquez gibi, Güney Amerika’nın büyüleyici yazarlarındandır.

Kucaklaşmanın Kitabı, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Gölgede ve Güneşte Futbol, Ateş Anıları, Aynalar, Hikâye Avcısı gibi yığınla kitabında efsaneler, düşler, mitler, anekdotlar, gerçek hayat hikâyeleri ve olaylar aracılığıyla geçmişteki ve günümüzdeki sömürücülerin kalleşliğini, tiranların, diktatörlerin zulmünü ve bunlara karşı insanlığın hak ve haysiyet mücadelesini anlattı, dünya halklarının düş gücünün ve direnişinin belleği oldu. Her biri ikonik ve okuyanla çok özel bağlar kuran kitaplardı. Hugo Chavez, Mayıs 2009’daki ziyaretinde Barrack Obama’ya ABD’nin emperyal geçmişini hatırlatmak için, “Birleşik Devletler’in askeri darbelere sahne olmayan yegâne ülke olmasının sebebi orada Birleşik Devletler büyükelçiliğinin bulunmamasıdır” nüktesini nesnel dayanaklara bağlayan Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı hediye etti. Jorge Ventocilla adında yoksul bir Panamalı bütün parasını -ki çok fazla değildi- harcayarak, insanlık tarihini kendi tarzında ve her zamanki Galeano üslubuyla, ezilenler, sömürülenler, zulme uğrayanların cephesinden anlatan Aynalar kitabından alabildiği kadar satın alıp kafelere, mağazalara, kuaförlere, büfelere ve akla gelebilecek her yere bıraktı.[1] Barcelona’daki imza gününde bir delikanlı “Kim için?​” diye soran Galeano’ya kim bilir gönlünde nasıl bir anlamı olan bir nehrin adını söyledi, “Parand Nehri için!” dedi. Ve galiba en etkleyicisi de şu: 2009 yılında Galeano’ya “O seni aradı, o seni bekliyordu” denilerek Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabının eski bir baskısı ulaştırılır. Kitap, 1984’te El Salvador’da Chalatenango çarpışmasında öldürülen çok sayıdaki Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) gerillalarından birinin sırt çantasında bulunmuştu, bir mermi kitabı delip geçmişti.

Galeano, 3 Eylül 1940’ta, kendi anlatımıyla “Hitler’in Avrupa’nın yarısını yuttuğu ve dünyayı hiç güzel şeylerin beklemediği bir anda” doğdu. “Doğumum Tanrı’nın hatasız olmadığını teyit etmiştir; buna karşılık sevdiğim insanları ve inandığım fikirleri seçme vakti geldiğinde her zaman yanıldığım söylenemez” diyor, ki yerden göğe haklıdır hatta tevazu göstermektedir, inandığı fikirleri seçme vakti geldiğinde hiçbir zaman yanılmamıştır.

Bebekliğinden beri futbolcu olmak istemiş (nihayetinde bir Güney Amerikalıdır o) fakat on dört yaşındayken Sosyalist Parti’nin haftalık yayın organı El Sol (Güneş) için politik içerikli karikatür bantları çizdi. Galeano, gazeteci yazar olma yoluna böyle girdi. O yolda ilerlerken coğrafyanın ve tarihin yollarında, “hiçbir sınıra -ne haritalarınkilere ne zamanınkilere- takılmadan” gezindi; zamanın ve haritaların sınırlarının çok ötesinde “adalet ve güzellik peşinde koşan kadınları ve erkekleri” aradı ve buldu, bize onları anlattı.

Niçin yazdığını başından geçen kederli bir anıyla izah ediyor Galeano. 1968’de Bolivya’nın maden bölgesi olan Llallagua köyüne, San Juan Katliamından, yani San Juan Gecesi’ni[2] içki içip dans ederek kutlayan maden işçilerine diktatör Barrientos’un emriyle köyün çevresindeki tepelerden mitralyözlerle ateş açılmasından tam bir yıl sonra San Juan Gecesi etkinliklerinin afişlerini çizmek için gider ve bu dağ köyünde bir süre kalır. Ayrılık günü geldiğinde madenciler artık dost oldukları Galeano için bir veda gecesi yaparlar. İçkiler içilir, şarkılar söylenir, kötü esprilerle gülünür eğlenilir. Sabaha karşı madencileri işbaşına çağıran sirenin çalma vakti geldiğinde işçiler dostlarının etrafını sararlar ve gitmeden ondan bir şey isterler, “Şimdi bize denizin nasıl olduğunu anlat” derler. Ne diyeceğini bilemez Galeano, öylece kalakalır. Çünkü sefalet yüzünden onların bu “yoksul ötesi” köyden kımıldamamaya mahkûm olduklarını ve maden ocaklarındaki yaşam ortalaması 30-35 yıl olduğu için denizi görme ihtimali oluşmadan çok önce öleceklerini bilmekteydi. “Omuzlarımda denizi onlara getirme, onları ıslatmaya muktedir sözcükleri bulma sorumluluğu vardı” diyor; “Yazmanın bir işe yaradığı kesinliğinden hareketle, yazar olarak ilk meydan okuyuşum işte bu oldu.”

Sonra hep meydan okudu zaten. Dünyanın kötülüğüne karşı bütün coğrafyalardan ve zamanlardan ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların hikâyelerinin büyük anlatıcısı oldu. Memleketini, Güney Amerika’yı ve tüm dünyayı, denizi göremeden ölecek madencilerde vücut bulmuş memleketinin, Güney Amerika’nın ve dünyanın tüm namuslu, yiğit insanlarını sevdi, onları yazdı. İnsandı, kendini insan olarak duymaya devam etmek, dünyanın acılarına kayıtsız bir nesneye dönüşmemek için yazdı. Toprağın zenginliklerini göklerin vaatleriyle takas eden sömürgecilere altın, elmas, bakır, kahve ve nihayet bedenlerini verip onlardan İncil alan Afrikalıları yazdı. Hindistan genel valisi filanca lordun Victoria’nın imparatoriçe ilan edilmesi onuruna verdiği yedi gün yedi gecelik ziyafet esnasında açlıktan ölen yüz bin Hintliyi yazdı. Öldürmeyi zevk edinmiş, “öldürülenin geyik mi, keklik mi, cumhuriyetçi mi olduğu”nun çok az öneme sahip olduğu galipleri yazdı. “İtaat etmek için doğmuş” oldukları halde Tanrı’nın “yönetmek için doğanlar”a ayırdığı yeri işgal eden muhteşem mağlupları yazdı. Alman faşistlerin yere çırçıplak yatırıp süngülerini kürek kemiklerinin arasına sapladığı ve aynı anda ateş ederek öldürdüğü Polonyalı köylüler kadar, dişlerini iyilik ve merhamet simgesi Kutsal Bakire Meryem’i kucağında küçük İsa’yla temsil eden lüks heykelciklere dönüştürmek için her yıl balta darbeleriyle ya da helikopterlerden ateş edilerek katledilen yirmi beş bin fil de onun meselesiydi. Çünkü: “Yaşamın nabzı sadece yara izleri olanda atıyordu.”

Kısa ama yoğun metinlerdi yazdıkları, yazma stili öyleydi. Çok az sayıda kelimeyle çok fazla şey anlatan, böyle yaparak sözcüklere saygınlık kazandıran bir anlatıcıydı o. “Kendisinden çok şey öğrendim” dediği Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti’nin naklettiği bir Çin atasözü şöyle dermiş: “Var olmayı hak eden yegâne sözcükler sessizlikten daha iyi olanlardır.” Bu ilkeden hareketle şuna inanmıştı: Az sayıda söylenen söz, sözü söylemeyi öğretir. Bazen iki üç cümleye kadar inen, etkileyici, vurup geçen o kısa metinler böyle yaratıldı.

O kısa metinler, mümkünse hiç eksik edilmeyen nükte ve ironi ile doruğuna erişir. Galeano tarafından mümkünse hiç eksik edilmez, çünkü nükte ve ironi, acı ve sabrın biriktirdiği enerjiden beslenen umuttur; “Alay et, çünkü yıkılacaklar” diyen nüktede mücadele edenlerin umudu vardır. O yüzden “düşünürken ve oynarken solak” futbolculardan söz eder; o yüzden çok kötü futbol oynayan takımlara Pinochet dendiğini söyler, “zira stadyumları insanlara işkence etmek için doldururlar.” Kokainin, Galeano’nun jargonunda “Kuzey Amerikalıların burunlarını, Kolombiyalılarınsa ölülerini ortaya koydukları bir iş kolu” olarak tanımlanıyor oluşunun sebebi de yine budur. “Irak Savaşı, Batı’nın petrolünü Doğu’nun kumlarının altına koymuş olan Coğrafya’nın yaptığı hatayı düzeltme ihtiyacından doğdu” demişse, bu, akıldışı bir gerçeklikten akıllıca sıyrılabilmek içindir. Aksi halde neden desin ki “Guatemala’daki afetler eski kovboy filmlerine benziyor, çünkü bu afetlerde sadece yerliler ölüyor” diye? Rezil gerçekliği yaratanlara öfkelenenlerin dilidir bu, başka bir şey değil.

Galeano, “rezillerle öfkeliler arasındaki ezeli mücadelede seçim yapma vakti geldiğinde, hata yapma ya da cezalandırılma korkusu karşısında daha güçlü olmamızı sağlamaya çalışarak yazıyorum” demişti. Bunun için, kadri bilinmeyenleri, kıymet görmeyenleri, umudu çalınanları, dünyaya her zaman çöllerden girmiş olanları önemsedi, onları öne çıkardı hep. Rezillerin rezaletini, öfkelilerin mücadelesini anlattı. Gerçeklik ve hafıza dilsiz olmasın diye yazdı. Konuşma tutkusuna sahipti ve insan sesine övgü diziyordu. “Meşenin gücü ve söğüdün melankolisiyle anlaşmalarını sağlayan dili koruyabilmiş” yerli halklara o yüzden hayrandı. Onların yaşam karşısındaki bilgeliklerini ortaya koyan büyülü sözcüklerini ganimet bildi. Onları parlatıp, cilalayıp bize sundu.

Bunlardan birinde, ölüm döşeğindeki bir bağcı vardır. “Bağcı ölmeden önce gizini açıkladı” diye anlatıyor Galeano; “Üzüm, diye fısıldadı, şaraptan yapılmıştır”. Ve Galeano da “Üzüm şaraptan yapılmışsa” diyor “belki bizler de kim olduğumuzu söyleyen sözcüklerizdir.”

Biz sözcüklerden mi yapıldık bilinmez, orası şüpheli. Ama hiç şüphe yok ki Uruguaylı gazeteci yazar Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndan, Ateş Anıları’ndan, Aynalar’dan yapılmıştır.

[1] Bu olay Amerikalı sosyolog Marshall Berman’ın 1844 Elyazmaları ile olan hikâyesini hatırlatıyor. Genç Berman’ın babası, New York’ta tekstil sanayiinin çeşitli kollarında yıllarca çalışıp uğraş verir. Fakat, ayak uyduramadığı kapitalist ahlâk yüzünden işleri hiçbir zaman yolunda gitmez. Piyasanın acımasız koşulları içinde yoğun sorunlar yaşarken 48 yaşında kalp krizinden ölür. Berman, intikam almak istemektedir ama ne yapması gerektiğini bilemez. Üniversite yıllarında Marx’ın 1844 Elyazmaları’nı keşfeder. Sovyet yayınlarının resmî dağıtıcılığını yapan bir kitapçı dükkânında, dipte karanlık bir köşede bulur onu. “Sayfalarını gelişigüzel karıştırdım” diye anlatıyor Berman; “başından bir kısmına, ardından sonuna, ortasından rasgele başka bir kısmına göz gezdirdim ve birden kendimi terden sırılsıklam kesilmiş hâlde buldum, sanki durduğum yerde eriyordum da giysilerim üzerimden dökülüyordu, gözlerimden yaşlar boşanıyor, aynı anda hem kavruluyor hem üşüyordum. Ön tarafa doğru atılarak, ‘Bu kitabı istiyorum!’ diye bağırdım.” Hemen bu kitaptan 20 tane alıp yakın çevresine dağıtır. Böyle bir seçeneğin intikamdan daha iyi olduğunu düşünenler oluyor. Oysa, “İntikamdan daha güzel bir şey” demiyor buna Berman; “Aslında bence” diyor, “en güzel intikam bu.”

[2] Güney Amerika’da yılın en kısa gecesinde, Haziran’ın 22’sinı 23’e bağlayan gecede kutlanan, kötülüklerin geride bırakıldığına inanılan bir ritüel. Kötülüğü kül eden ateşler yakılır, arınmak için sulara girilir.

Evrensel'i Takip Et