17 Nisan 2025 01:44

Bugünün binleri yarının on binlerini nasıl yaratacak?

Ilgın Şahin

ODTÜ                       

19 Mart'tan bu yana geçirdiğimiz sürecin ardından önümüzdeki süreci nasıl geçireceğimize ilişkin epey tartışma yürütüldü. Bu yazıda da ODTÜ içinde hareketin ihtiyaçları neler, önümüzdeki süreci nasıl değerlendirmemiz gerektiğinden bahsedeceğiz.

20 Mart gecesi ODTÜ öğrencileri olarak bir boykot çağrısı yaptık ve geniş bir katılımla 1 haftalık boykot sürecini geride bıraktık. Halihazırda fiili bir öğrenci temsilciliğinin bulunduğu, forumlarda bir araya gelerek birlikte karar almanın deneyimine sahip Biyolojik Bilimler, Kimya gibi bölümler boykotun örgütlenmesi noktasında çok daha hızlı organize olabildi. Örgütlü hareket etme deneyimi daha az olan bölümlerde bu süreç daha yavaş işletildi. Öğrencilerin forumlara katılma oranında da bu deneyimin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle bayram sonrasında bu deneyime sahip olan bölümlerde katılım hiçbir zaman belli seviyenin altına düşmezken sahip olmayan bölümlerde katılım sıklıkla belli bir seviyenin altında seyretti. Mesela iki programdan, 8 sınıftan oluşan, yaklaşık 700 kişilik Biyolojik Bilimler bölümündeki süreci ele alalım. Burada en kalabalık forum yaklaşık 100 kişi geçmişken, bayram sürecinde bu sayı 50’nin altına düşmedi. Sınıf bazında toplantılar alarak yaklaşık 200 kişiye ulaşıldığını ve her foruma gelen yüzlerin değişmesini de göz önünde bulundurursak bölümün 1/3’üne ulaştığımızı söylemek mümkün. Yani hala bölümün büyük çoğunluğuna ulaşamıyor olsak da, bu süreçten önce alınan forumların yaklaşık 20 kişi geçtiğini düşünürsek, bu süreç daha önce foruma katılmamış birçok öğrencinin beraber karar alma ve değiştirme deneyimini kazanmasını sağladığını söyleyebiliriz.

ODTÜ’nün birçok üniversite arasından bu kadar sivrilmesinin nedeni de yıllardır biriktirdiği mücadele deneyiminden bağımsız değil. Öğrencilerin kendileri karar alabileceği mekanizmalarına, geçmiş öğrenci hareketinin bir kazanımı olan ÖTK’lere dair olan ihtiyaçları da bu süreçte ortaya çıkmış değil; İktisat öğrencilerinin kaldırılan irregular derslerine karşı çıkması ve geri getirmesi, Biyolojik Bilimler öğrencilerinin senenin başında bölüm kuruluna girme taleplerini hocalarıyla tartışması gibi birçok örnek bize bunun yılların birikimi olduğunu gösteriyor.

Geçtiğimiz dönemin ODTÜ içerisinde sakin geçmesiyle birlikte özellikle alt dönemlerden birçok öğrenci okuldaki, ülkedeki herhangi bir soruna karşı birlikte karar aldığı forumlarda bir araya gelme ve karar alarak değiştirmek üzere müdahale etmeye dair deneyimleri azdı. Örneğin okula yeni gelmiş hazırlık öğrencileri bu gibi deneyimlere pek sahip olmadığından, boykot sürecinde en geç forum alan ve temsilcilerini en geç seçen alanlardan biri oldular. Boykot sürecinde forumlarda bir araya gelerek kararlar alarak aslında bizim aleyhimize alınan her türlü karara karşın kendi kendimizi yönetebileceğimiz mekanizmaları oluşturabilmenin yolunu açmış olduk. Bu deneyimi öncesinde biriktirebilmiş olsaydık bu süreçten daha güçlü çıkardık. Forumlarda alınan “ÖTK’ler olsa boykot devam edebilirdi çünkü daha örgütlü olurduk” gibi sözler de örgütsüzlüğümüzün ne denli büyük bir sorun olduğunu gösteriyor. ODTÜ Mimarlık Topluluğu’nun gönderisindeki pasajlar tüm hepimizin duygularına tercüman olmuştu: “Her ortamda ‘sivil var mıdır acaba?​’ oynamak istemiyor, güvende hissetmek istiyorum.” Güvende hissetmek için örgütlü olmaya ihtiyacımız var. Sıra arkadaşımızı dahi tanımadığımız bir gerçeklik tanışmasak dahi gözü yanan birinin gözüne talcid sıkmak için seferberliğe giriştiğimiz bir gerçekliğe dönüştü. Çünkü barikatın ardı düşmanımızın gerçek anlamda tekleştiği bir alan oldu. O an orada hepimiz tek adama ve onun güç aygıtı olan polise karşı birdik.

Barikata karşı bir olduk, peki tek adama karşı hayatın her alanında?

Neredeyse 10 yıldır böylesi kalabalık ve öfkeli eylemlerde bir araya gelmediğimiz düşünülürse bu süreç hepimiz açısından heyecan verici oldu. Bu sürecin sönümlenmesi ve meydanlara taşan bu öfkenin kaybolması da hepimiz için bir bu kadar korkutucu oluyor. O nedenle el arttırdığımız, tekdüze olmayan, kulağa daha görkemli gelen eylemlerin bir sonraki adım olması gerektiği tartışılıyor. Ancak çağrımız ne denli cesur olsa dahi altını dolduramadığımız noktada cesur ama altı boş çağrılar yapmamız hedefimiz doğrultusunda güçlü bir örgütlülüğü sağlamamızı zorlaştırıp asıl hedefimizi silikleştiriyor. Birbirine kenetlenerek güçlenmeye dair yaptığımız tarif aslında bir yandan safları sıklaştırmak anlamına da geliyor. Bu asıl hedefimiz açısından planlar ortaya koymadan yapılan güçlü görünen ancak hedefsiz eylem çağrıları bu açıdan temel hattımız olamayacak bir noktada duruyor.

Bu süreç, birçoğumuzu bu düzeni değiştirmeye dair bir şeyler yapmak gerektiğine daha fazla ikna etti. Bu noktada değiştirmeye dair daha fazla adım atanlara, sıra arkadaşlarından bir adım öne çıkan bizlere de sorumluluk yüklendi. Politikaya en uzak olduğunu düşündüğü arkadaşını mücadelenin bir parçası haline getirmeye yönelik olan bu sorumluluk aslında bizi büyütecek olandır. Cesur ama altı boş çağrılardansa sınıflarda, bölüm ve fakültelerden başlayarak mücadeleyi örmek ve en cesur çağrıları buralardan yükseltmek kimi kesimlerce “kitle kuyrukçuluğu” ya da “pasifizasyon” diye adlandırıldı. Ancak zaten geniş kararları birlikte alan “kitle” bizlerken oranın bir parçasıyken kitle kuyrukçuluğuyla itham edilmek anlamsızlaşıyor.

Devrimci olan iktidara karşı yılmaz bir sürekliliktir

Bir yandan bu dönemde devrimci olana olan ihtiyaçtan ötürü devrimciliğin ne olduğu da bir tartışma konusu oldu. Biz gençliğin yıllardır birikmiş öfkesinin patlaması olarak ortaya çıkan bu süreci tek adam iktidarını devirecek bir güce çevirmek istiyorsak daha fazla insanla beraber karar alarak, kılcallaşarak yapabiliriz. İşte asıl devrimcilik de tam olarak budur: bu iktidarı devirene, daha eşit ve özgür bir yaşama kavuşana kadar, her gün sabırla ve azimle bu örgütlülüğü istikrarlı olarak büyütmek adına adımlar atmak, günlük bir mücadele sürdürmektir. Belli olaylarda ortaya çıkan öfke patlamalarıyla, maceracı eylemlerle böylesine örgütlü bir iktidarın karşısına dikilmemiz zor. Asıl ihtiyaç bunları günlük mücadele pratikleri haline getirmek, bir gün değil, her gün birlikteliğimizi korumak, nasıl A1’de polis barikatlarının karşısında kenetlenerek bir arada duruyorsak, her gün sınıflarımızda da bu birlikteliği sağlamamızdır. Bu süreçte de ODTÜ öğrencileri birçok günlük mücadele örneği gösterdi: Kimya öğrencilerinin fizik çimlerinde baskınla gözaltına alınan arkadaşlarına destek için oturma eylemleri gerçekleştirmesi, İşletme öğrencilerinin “genel grev, genel direniş” çağrısını büyütmek için gebogedi isimli bir sosyal medya hesabı açması, bu sloganın kullanıldığı stickerları her yere yapıştırmaları, dağıtmaları, sınavlar sırasında 1 dakika boyunca kalemle sıraya vurarak ses çıkarma eylemleri, boykot sürecinde her bölümde yapılan açık dersler, Biyolojik Bilimler öğrencilerinin bayram sürecinde sıra arkadaşlarına, bayramda kampüste kal, mücadeleyi büyüt diyerek çağrı yapmaları...

Taleplerimizle işçi sınıfının safına,1 Mayıs'a!

Şimdi ise önümüz 1 Mayıs. Yaşamı durdurmak en etkili silahı, üretimden gelen gücü elinde bulunduran işçi sınıfının talepleriyle birlikte en örgütlü biçimde alanlarda bulunduğu o gün. “Genel grev, genel direniş” sloganını bu kadar çok attığımız bir dönemde taleplerimizle o alanda işçi sınıfıyla birlikte var olmamız dünden daha önemli. Tutuklanan arkadaşlarımızın serbest bırakılması, üniversitelerde antidemokratik uygulamalara son verilmesi, rektörlerin seçilmesi, iktidarın sömürü, yoksulluk, baskı politikalarının kaldırılması ve en önemlisi de tek adamın istifası için istikamet 1 Mayıs. 1 Mayıs’ta taleplerimiz etrafında bir araya gelelim, örgütlülüğümüzü bu eksende güçlendirelim. O nedenle şimdiden sınıflarda, bölümlerde 1 Mayıs forumlarında yan yana gelelim, kendi dövizlerimizle, pankartlarımızla, örgütlülüğümüzle 1 Mayıs’ta alanlarda olalım.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Dört yılda 750 bin yeni çocuk işçi

Dört yılda 750 bin yeni çocuk işçi

Bizzat Erdoğan’ın, pandemiyi ‘üretim ve lojistik üssü olma fırsatı’ olarak işaret ettiği 2020’den bu yana ucuz emek eksenli dönüşümün çarpıcı sonuçları ortaya çıkıyor. ‘Üretim, ihracat’ gibi sloganlarla pazarlanan dönüşüm, çocuk emeğini de başta sanayi olmak üzere sermayenin hizmetine sundu. Bu dört yılda 750 bin çocuk daha resmi rakamlara işçi olarak geçti.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Gençlerin sokak eylemlerine atıfta bulunan Bahçeli, "Öğrencinin yeri okuldu, sınıftır, kütüphanedir" dedi.

Evrensel'i Takip Et