Sınıflar, halkçılık ve egemenlik üzerine
Egemenliğin bize ait olmadığını sonucunu beğenmedikleri seçimi utanmadan tekrarlattıklarında, kaybedecekleri referandumda kuralları oylama devam ederken değiştirdiklerinde görüyoruz.

Fotoğraf. AA
M. Görkem Doğan
[email protected]
İmamoğlu Financial Times’a gönderdiği yazıda halkçılık sözcüğünü İngilizcede people-ism olarak kullanmış. Tabi bunun sebebi CHP’nin altı okundan biri olan halkçılığın standart İngilizce çevirisi olan populist ifadesinin günümüz ana akımında bir siyaset bilimi kavramı değil de bir aşağılama sözü haline gelmesidir. Oysa bu gereksiz bir hassasiyet. Her ne kadar halkçılık ilkesi diye adlandırılsa da Taha Parla Hoca’nın çalışmalarında gösterdiği gibi CHP’nin halkçılık diye ifade ettiği ok aslında batı dillerinde solidarizm diye bilinen Osmanlıcada tesanütçülük diye ifade edilen kavrama tekabül eder. Yani ulus içinde sınıf farklılıklarının olmadığı, Türkiye’nin imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleden oluştuğu iddiası. Kuşkusuz Osmanlı hanedanının izlerini silmeye çalışan genç cumhuriyetin solidarizminin antimonarşist, antiaristokratik içeriği batılı muadilleriyle karşılaştırıldığında hayli fazlaydı. Yani Türkiye’de imtiyazlı bir kesim olmadığı iddiası, Türkiye’de çıkarı birbiriyle çelişen sınıflar olmadığı iddiası kadar keskindi. Bu onu yine de solidarizmden farklı bir şey yapmaz, çünkü altı ok halkçılığındaki esas amaç genç cumhuriyetin sınıflı bir toplum olduğunu yadsımaktır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine yakından bakanlar imtiyazların yine olduğunu ama bunların kaynağının hangi aileye mensup olduğunuz değil de cumhuriyet rejimine ne kadar bağlı ve yakın olmanızla ilintili olduğunu söyleyecektir. Bu yakınlık genelde üst düzey mevkilere gelmenize ama esas olarak zenginleşmenize yol açar. Tabi affairisme bu yazının konusu değil. Bununla birlikte konumuzla alakası olan kısım şu: Tarihte var olan tüm devletli toplumlar sınıflı toplumlardır, fakat egemen sınıflarının toplumsal dayanağı zayıf, siyasi meşruiyeti tartışmalı olan ülkelerde sınıflar yoktur iddiası egemenlerce daha güçlü dile getirilir. Tek parti döneminde Cumhuriyet Halk Partisinin halkın herhangi bir kesimini değil de bütününü temsil ettiği Halk Partisinin ideolojisi ve iddiasıdır, bu hakikatin böyle olduğu anlamına gelmez.
Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini yazdığından beri belli bir soyutlama düzeyinde siyasi partilerin sınıf fraksiyonlarını temsil ettiğini biliyoruz. Legitimistler toprak sahiplerini, Orléanistler finans oligarşisini temsil eder derken bütün Legitimistlerin toprak sahibi, bütün Orléanistlerin banker olduğunu iddia etmiyoruz. Bu partilerin destekçileri arasında sayısal anlamda bunlar çoğunluk bile değildir, fakat yine de Marx’ın önermesi bu partilerin somutta oynadığı siyasi rol göz önüne alındığında doğrudur. Benzer bir biçimde İttihat ve Terakki, Türkçe konuşan Müslüman tüccar çiftçileri temsil eder önermesi de doğrudur. En azından Baltalimanı Antlaşması’nı imzaladığından beri kapitalist sisteme ticaret şehirlerinden başlayarak eklemlenen Osmanlı, yirminci asır başladığında bu anlamda kritik eşikleri aşmış, eski toplumsal formların sınıf ilişkileri Balkanlarda, Anadolu’nun batısında, Levant’ın ticaret merkezlerinde ve ülkenin maden havzalarında bu doğrultuda dönüşmüştür. Kavalalıların idare ettiği Mısır bu anlamda Osmanlı’nın geri kalanından da ileridedir.
Daha ziyade ilksel birikim yöntemleriyle gerçekleşen on dokuzuncu asır Osmanlı sermaye birikimi, kimi toprak sahiplerinin yeni kurulan modern okullarda yetişen yakınlarını devlet hizmetine sokma yolu da kullanılarak mümkün olmuştur. Tabii başka yöntemler de vardır. Savaş vurgunculuğunun belki de en müstehcen biçimde ortaya koyduğu bu yerli tüccar çiftçiler devlet mekanizmasında temsiliyetlerini 1908 Devrimi ertesinde etno-dinsel biçimde ayrışmış olsa bile siyasi organizasyonlar yoluyla sağladılar. 1908 öncesinin küçük Jön Türk konspirasyon topluluğunun devrimden sonra hiç değişmeden kaldığını varsaymak mümkün değildir. 1908 sonrası İttihat ve Terakki bir kitle örgütü haline gelir. Özellikle Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanmasıyla en önemli muhalifinin orduda gücü kalmayınca, İttihat ve Terakki Müslüman milleti içinde toplumsal karşılık sahibi olmak anlamında rakipsiz hale geldi ve Dünya Savaşı sırasında da bu pozisyonunu kullanarak hem Anadolu’nun nüfus yapısını değiştirdi hem de bahsettiğimiz toplumsal tabanının sermaye yoğunlaşmasının ve politik gücünün artmasını sağladı. Bu süreçte yapılanlar (Türkiye dışında) yeterince bilinir.
Bu toplumsal sıklet merkezi, önderliğinin Dünya Savaşı’ndaki yenilgiden dolayı görünür örgütlülüğünü saklamayı tercih etmesine rağmen daha 19 Mayıs 1919’un çok öncesinde (Tanör Hoca’nın ifadesiyle) Anadolu’daki yerel kongre iktidarı yoluyla egemenliğini ortaya koymuş ve kendini ulus olarak örgütlemeye başlamıştır. İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Harbiye Nezaretindeki etkisi bu toplumsal taban üzerinde bağımsızlık hareketinin askeri veçhesini örgütleyecek, “yerel kongre iktidarlarını” da Misakımilli’yi ilan eden İstanbul Meclisinde, İstanbul işgale uğrayınca da Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisinde merkezileştirecektir. Böylece büyük ölçüde İttihatçı toplumsal tabanını temsil eden Meclis ve devletin sert çekirdeğini oluşturan ulusal ordu tandeminde Türk ulusunun egemen iktidarı ortaya çıkar. 1908 sonrasında İttihatçılığı bir konspirasyon mekanizmasından bir toplumsal güç haline getiren sınıf kendini ulusun özü olarak örgütleyecek siyasi ve ideolojik derinliği kazanmıştır.
Tabii itibarsız İttihatçı liderlik görünmez kaldıkça Sakarya Savaşı’ndan itibaren bu toplumsal taban yeni bir lider ve onun siyasi aparatı olan Halk Fırkası etrafında örgütlenmeye başlayacaktır. İttihatçılıkta ısrar edenler muhalefet olacak, zaferden sonra ise tasfiye edilecektir. Kurdukları partinin adının Terakkiperver olmasının nedeni “ilerlemeyi” sevmeleri değildir ve Kemal Tahir’in işaret ettiği gibi kurtlukta düşeni yemek kanundur. Toplumsal tabanları, hatta kimi önde gelen isimleri aynı olsa bile genç cumhuriyette İttihatçılık uzak bir hatıraya dönüşür ve genç cumhuriyetin kuruluş harcındaki payı basbayağı aynen duruyor olmasına rağmen hatırlanmaz olur. Aynı toplumsal tabana yönelik devlet mekanizmasına yaslanarak ilksel birikim otuzlarda (Devlet mekanizması on yılda pekiştikten sonra) 27 Mayıs darbecilerini elde silah karşılayan, eskimeyen İttihatçı Celal Bayar tarafından sürdürülür. Çok partili hayata geçildiğinde İsmet Paşa’nın 14 Mayıs 1950’de iktidarı devretmekte beis görmediği ekip de zaten bunlardır. Oysa iyi bilinir ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında partilerin kurulmasına izin verilince ortaya çıkan bazı başka muhalefet odakları (sağda olanları da dahil) çeşitli hukuk dışı yollarla itibarsızlaştırılmış ve kimileri fiilen kimileri açıkça diskalifiye edilmiştir.
Bu epey hızlı biraz da karikatürleştirilmiş yakın tarih aktarımına neden ihtiyaç duyduk? Şu an içinde yaşadığımız dönem de en kaba hatlarıyla böyle inşa edildi de ondan. Neoliberal küreselleşmenin Anadolu’da tedarik zincirleri boyunca yarattığı küresel fabrikanın orta ve küçük boy girişimcileri doksanlı yıllarda hem siyasi aparatlarını inşa ettiler hem de kendilerini ulusun özü olarak tanımlayacak ideolojik politik derinliği sağladılar. Kurdukları tarihsel blok cumaya birlikte gittikleri işçileri kuşkusuz küreselleşmenin ilk anda getirdiği refah etkisinin de kolaylaştırıcılığında peşlerinden sürükledi. Otantik burjuvazi gibi saçmalıklar da kullanıldı tabii ama ülkenin yerli sağcılığının jargonunun en kuvvetli boş göstereni millet kavramını kendi üniformaları haline getirdiler. Ulusal egemenlik prosedürel tüm hukuksal zincirlerinden koparak onların ve onların özünü temsil eden reisin mütemmim cüzü haline geldi. Egemenliğin bize ait olmadığını sonucunu beğenmedikleri seçimi utanmadan tekrarlattıklarında, kaybedecekleri referandumda kuralları oylama devam ederken değiştirdiklerinde ve şimdi seçimde karşılarına çıkacak adayı kendileri seçmek isterken görüyoruz. Bu noktada egemenliği geri almak gerekir demeyeceğim sonuçta işçi sınıfının liberal egemenlik kuramını mülk edinmeye çalışması tarihsel görevini inkar demektir. Ama bu tarihsel görevi yerine getirmenin ilk adımı muarızı olan sınıfların kendilerine dair egemenlik anlatılarına ikna olmamaktan başlar. Ne geçmiştekilerine, ne bugünkülerine.
Evrensel'i Takip Et