22 Nisan 2025 04:00

Trump çağında sosyalist bir barış siyasetçisi: "Varsın sövsünler bana, ‘barış’ın neresine değer?"

Tüm dünyada sokağa dökülen kitlelerin haricinde Batı’nın ‘siyasa’sının evrensel değerlerin tabutuna son çiviyi çaktığı Trump devrinde hâlâ ve ısrarla bir barış siyasetçisidir Sırrı.

Trump çağında sosyalist bir barış siyasetçisi: "Varsın sövsünler bana, ‘barış’ın neresine değer?"

Fotoğraf: Tahir Turan Eroğlu/AA

Osman Akınhay


2010 yılı, İstanbul Film Festivali günleriydi. Arjantin’de çekilen ünlü Garage Olimpo Filminin Yönetmeni Marco Bechis festival davetlileri arasındaydı ve festival yönetimiyle temasa geçip Mesele Kitap dergisi adına bir söyleşi ayarlamayı başarmıştık. Film, 1970’lerin sonunda, yüzlerce devrimciyi uçaklardan nehirlere atmasıyla, toplu mezarlara gömmesiyle nam salmış Arjantin’deki dikta rejiminin kurbanlarından, genç bir militan kadın hakkındaydı.

Marco Bechis’le Beyoğlu Sinemasının üstündeki kafede buluştuk. Söyleşiden sonra da sohbetimize devam ettik. Bechis’in tezi “Bütün diktatörlüklerin temel dayanağı bürokrasidir ve bürokrasi sıradan insanlardan oluşur. Ben de sevilen suçlular yaratmayan, teatral doğaçlamalara yer vermeyen bir film yapmak istedim” şeklindeydi. “Benzer bir rejimi uzun yıllar biz de yaşadık. Fakat uzaktan bakılan bir diktatörlük, içinde yaşadığımız diktatörlükten daha ağır geliyor insana” diye karşılık vermişti Sırrı da. Nitekim, Agora Kitaplığından bastığımız Beynelmilel’in senaryo kitabı için kendisiyle uzunca bir söyleşi yapmıştık ve o söyleşide şöyle demişti: “Benim filmim tümden alegoriyle gündelik hayat ögelerinin iç içe geçmiş halinden oluşur… İnsanları tebessüm etmeye götüren bir atmosferde iktidar olma biçimini alaya alarak hümanist bir çerçevede eleştirir.”

Mizahi bir sinematografik bakışa sahiptir Sırrı.

2011 yılı seçimlerinde o zamanki BDP’nin desteğiyle bağımsız isimlerden Mecliste bir grup kurulmasına çalışılıyordu. Gösterilecek adaylar arasında Sırrı’yla beraber Ertuğrul Kürkçü’nün de adı geçiyordu ve kahvede olsun, başka muhitlerde olsun “Cihangir’den iki aday ha!” şeklinde espriler yapılmaktaydı. Sırrı bunu biraz ciddiye almıştı sanırım ki, Ertuğrul’a gidip “Gerçekten bu bölgeden bizim gibi iki bağımsız aday fazla denirse ben hiç düşünmeden senin lehine çekilirim” demişti.

Samimi ve diğerkâmdır Sırrı.

2012 yılı eylül ayı, referandum öncesiydi. O yıllar Cihangir’de Sırrı’yla ya Firuzağa Kahvesi’nde ya Cafe 21’de günaşırı otururduk. Dönemin meşhur Taraf gazetesinde Rasim Ozan Kütahyalı’nın referandumda kimler ‘evet’ verir konulu bir köşe yazısı çıkmıştı. O gün sabahtan Kütahyalı’nın bu yazısında Sırrı Süreyya Önder için “O kesin evet der,” dediğini okumuştum. Öğlene doğru Sırrı’ya telefon ettim. “Bolu’dayım, araba kullanıyorum, birkaç saate mahallede olurum” dedi. Taraf’taki yazıdan bahsettim, “Senin için böyle diyorlar” dedim. “Hmmm” yaptı telefonda. “Sen ne diyorsun?​” diye devam etti. Ben de “Gel, konuşuruz” dedim. “Kahvede görüşürüz” deyip telefonu kapattı. Akşamüstü Medyatava’da Sırrı’nın açıklaması çıktı: “Rasim Ozan Kütahyalı... Haddini de cüretini de aşan bir paragraf yazmış… İrade hırsızlığı yapmış. Ben oylamada ‘evet’ demeyeceğim. Kolektif sosyalist iradeden ayrı davranmayacağım.”

Sosyalisttir Sırrı.

Sonra 2013 yılı, açılım günleri geldi. Heyette Sırrı’nın da olacağı konuşuluyordu. Kahvedeki akşam sohbetlerimizde bir keresinde kendisine naçizane, “Bu bir ulusal mesele ve bir çözüm iddiası var. Sen bir sosyalistsin. Ne kadar destek versen de doğrudan aktör olup olmamaya çok kafa yor” demiştim. “Neden, nesi yanlış olur?​” demişti. “Doğru yanlıştan ziyade hangi rolün kime uygun düşeceği meselesi. Neticede bir ‘çözüm’ arayışı ve bu yolda müzakereler olur, fotoğraflar çekilir, temaslar yapılır, eller sıkışılır. Gün gelir, gazetelere yansıyan fotoğraflara, ekranlarda akan görüntülere kendin bakamazsın. Esasen partinin asıl kadrolarına, iddia sahiplerine düşen bir rol bu. Kitaplarında yeri olur. Ama bizim kitabımızda seni açık düşürebilir.” Biraz düşündüyse de cevap vermekte gecikmedi: “Varsın bana sövsünler, ‘barış’ın neresine değer? Benim de bir parça aracılık ettiğim bir süreçte üç gün, beş gün, bir hafta silahlar sussa hayatta kalacak insanların yanında bana edilen üç beş küfrün ne hikmeti olur?​”

Yüksek siyasette ne yaptığını bilen biridir; o dönem de şimdi de tuzakların ve bedellerin farkındadır Sırrı.

Yukarıdaki dört paragrafta yazdıklarımın tanığıyım. Sırrı şimdi yoğun bakımda. Milyonlarca insan nefesini tutmuş, onun yattığı yerden her zamanki güleç yüzüyle kalkmasını bekliyoruz. Yarın öbür gün uyutulma işlemi sona erecek, tedavisinde olumlu gelişmeler olacak ve bu büyük badireyi bir şekilde atlatacak. Buna inanıyorum, buna inanıyoruz. Twitter’da -onun deyişiyle- tezviratın sonu yok. “Cumhuriyetin hıyrı” sözlerinden tutun özel hastane faturasına, devlet erkanıyla el sıkışmalarından tutun son görüşmelerdeki dudak ısırtan sıfatlarına bir söz sağanağı.

Oysa, başta Londra olmak üzere tüm dünyada sokağa dökülen kitlelerin haricinde Batı’nın ‘siyasa’sının evrensel değerlerin tabutuna son çiviyi çaktığı Trump devrinde hâlâ ve ısrarla bir barış siyasetçisidir Sırrı.

Peki, vurgusu nedir ‘Trump devrinde barış isteme’nin? Şöyledir: Hatırlayanlar bilir, ABD’ye 11 Eylül saldırılarının yapıldığı dönemde neocon kalemşorlardan Robert Kaplan, “Bu bir savaş; İran’dan Çin’e uzanan coğrafyada 50-60 yıl sürebilecek bir savaşın arifesindeyiz” mealinde cümleler kuruyordu. Ardından ABD ve NATO münasebetiyle Batı’nın Irak ve Afganistan işgalleri geldi. Fakat o zamanlar bile emperyalist savaşlar “humanitarian war”, “humanitarian intervention” (‘insani savaş’, ‘insani müdahale’) kılıflarına sokularak takdim ediliyordu.

Aradan yirmi yılı aşkın zaman geçti. Trump dümdüz bir politikayla, fıkır fıkır fütursuzlukla kaynayan Pandora Kutusu’nun kapağını kaldırdı, ABD-Çin çekişmesini aleni düzleme çekti ve şimdilerde aynı şekilde dümdüz bir ‘dünya savaşı’nın içindeyiz. ‘Değerler’, ‘adilanelik’ rafta bile değil; direkt gömüldü. İrili ufaklı istisnasız bütün ülkelerin ve devletlerin tek derdi, ‘çıkarları’. Kudretli kudretsiz bütün dünya aktörleri yeni pozisyonlar peşindeler. ‘İnsan hakları’nın ana vatanı addedilen Avrupa tümden güvenlik ve ordu kurma telaşına düştü. Hele mutat çatışmalar diyarı Ortadoğu’nun Esad’ın devrilmesi ve İsrail’in gem tutmaz saldırganlığıyla nasıl bir barut fıçısına dönüştüğü kanıta bile ihtiyaç göstermiyor. Bir Ukrayna savaşının ve İsrail’in Gazze işgalinin bile yarattığı tahribatı göz önüne getirdiğimizde bu örneklerin çoğalmasının yeryüzünde nasıl bir cehennemin kapısını aralayacağını tasavvur etmek güç.

İşte, üstünde yaşadığımız topraklarda ‘siyaset’in oturduğu, oturabileceği bu dünya konjonktüründe ‘barış’ın kıymeti de kendiliğinden ortaya çıkıyor. Biz halkız; sıradan insanlarız. Sosyal medyada okuyor, sosyal medyada tepki gösteriyoruz. Bir vesileyle sokağa çıkılmaya da henüz son bir ayda başlandı. Ama sırtında yumurta küfesi olan Sırrı gibi siyasetçilerin sorumluluğu ağır, marifetleri zorlu; bunun bilincindeyiz. ‘Barış’a ekmek, su kadar muhtacız ve her kampın dalaveresi kendine diyoruz.

Bakmayın şimdi hastane kapısında kuyruk olan devlet ricaline; onların şifa dilekleri etiyle kemiğiyle, görüşüyle gülüşüyle Sırrı Süreyya Önder’in şahsına değil, devlet onayıyla ve reel siyaset hesaplarıyla sürdürülmeye çalışılan birtakım görüşmeleredir.

Yoksa her şeyin bir parmak hareketine bağlı olduğunu; bugün ‘icazetli’ hastane ziyaretçilerinin yarın rüzgar tersten estiğinde gölgelerinin bile yok olacağını; ‘el sıkışılan devlet kapısı’yla ‘hapishane kapısı’ arasında ipince bir çizgi olduğunu bizzat kendi hayatıyla test etmiş kişilerin en başında gelenlerdendir bizim Sırrı.

Dün Kuşadası’da, bir yakın dostumun şahsi birikimleriyle kültür-sanat vakfı binası olmak üzere tadilat yaptırdığı inşaatına uğradım. İnşaatta Kürt işçiler ve ustalar çalışıyordu. Söz Sırrı’nın sağlık durumuna geldi. Üstümdeki soluk yeşil gömleğin Sırrı’nın yıllar önce bana hediye ettiği gömlek olduğunu söyledim. Konuştuğumuz işçinin gözleri parladı. Uzandı, gömleğin kıvrık kolunun ucundan öptü. “Hepimiz onun iyileşmesini bekliyoruz” dedi.

O meşum gecenin üç akşam öncesinde ben Londra’dayken telefonlaşmıştık Sırrı’yla. Kızı Ceren’in sinema eleştirisi yazılarından konuşmuştuk. Ceren’in yazılarına devam etmesini, belki ileride bir kitap olabileceğini söylemiştim. Bir gün sonra da kızımız Asyak’ın “Alice” müzikaline yazdığı eleştiri yazısını göndermiştim ve “çoook beğendiği”ni yazmış, bir sonraki gün için haberleşelim, demişti. Ne ki yoldaydım; eve vardığımda vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Artık ertesi gün ararım diye düşünürken Asyak, Akif Kurtuluş’un “Sırrı’nın tekleyen kalbiyiz” mesajını göstermişti, “Bu da neyin nesi” diye. Sonrası biliniyor…

Lafı uzatmadan, son cümlem kem söz sahiplerine gelsin: Değişik görüşte olsun karşıt görüşte olsun, ülke içinde olsun dışında olsun, bedel ödemiş olsun ödememiş olsun, ömrünüzün bir vaktinde sizden bahsedildiğinde sizin namınıza bir gömleğin kıvrık kolunu kaç işçi öper?

Var ol, sağ ol, Sırrı. Dön gel aramıza, bekliyoruz.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

TÜPRAŞ’ta öfke büyüyor

TÜPRAŞ’ta öfke büyüyor

Erdoğan-Şimşek programını arkasına alan Koç Holdingin TÜPRAŞ’ta düşük zam dayatması işçilerin öfkesini büyüttü. Yüzde 28 zammı kabul etmeyen işçiler, 4 rafineride eylem yaparak ücretlerdeki erimenin karşılanmasını istedi. 1 Mayıs’ı toplu sözleşme mücadelesiyle karşılayan işçiler, etkili eylem kararları alınmasını istiyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Aile Bakanlığı, “aile yılı” kapsamında düşük gelirli ve üç çocuklu ailelere TOGG için uzun vadeli finansman sağlayacağını duyurdu

Evrensel'i Takip Et