24 Nisan 2025 03:59

İnkarın 110. yılı ve tarihsel sorumluluk

‘Beni en çok etkileyen şey 110 yıllık adalet arayışı. Bu suçun hesabı kimden sorulabilir 110 yıl sonra?"

İnkarın 110. yılı ve tarihsel sorumluluk

Kamuoyunda ölüm yolculuğu olarak anılan bu fotoğraf ABD'deki Holokaust Müzesi’ne göre; bir Alman gezgini tarafından Nisan 1915'te Elazığ'da çekildi. Fotoğrafta Ermeni erkekleri Harput'tan şehir dışına çıkarılıyor.

Öndercan Muti
Akebi Derneği


Yıl dönümleri, anmalar, anmalardaki ritüeller, konuşmalar, yıl dönümlerinde ve öncesinde çıkan yazılar, sanatsal ürünler ve tartışmalar önemlidir. Hatta sözel geleneğin, kendi yöremizde ve küçük gruplar içinde doğrudan sözlü aktarımın yerini tarih kitaplarının, arşivlerin, anıtların ve devasa bir hafıza bürokrasisi ve endüstrisinin aldığı modern toplumlarda yıl dönümleri, anmalar ve anıtlar geçmişi hatırlamanın neredeyse tek yoludur.  Geçmişle ‘organik’ bağını koparmış modern toplumlarda geçmişle ilgili bilgi ve toplumsal hafıza takvimlerdeki belirli günlere, soğuk demir ve betondan anıtlara ve çoğunluğu erkek kimi tarihsel figürlere sıkışıp kalmış, bu hafıza yerlerinde kristalleşmiştir. İşte yıl dönümleri bu cansız, lezzetsiz tarihsel bilgiye anmalarla, tartışmalarla biraz hayat katan ve hafızayı canlı tutan günlerdir.

Kimi yıl dönümleri ayrı bir önem taşır, o takvim gününde toplumun geçmişi hem bugün hem de yarın yeniden hatırlaması için özel bir çaba harcanır: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 10. yılı ve anmalar için yazılan ‘Onuncu Yıl Marşı’, 100. yılını anmak için açılan yüzüncü yıl parkları ya da İzmir’in Kurtuluşu’nun 60. yılında açılan ‘Dokuz Eylül’ Üniversitesi. Fakat dünya küreselleştikçe takvim günleri de ulusal tarihlere ve tarih anlatılarına sığmaz olur, anmalar da takvim günlerinin anlamları da ulus devlet sınırlarını, ulusal tarih anlatılarını aşar: Fransız ve Alman cumhurbaşkanlarının ortak Birinci Dünya Savaşı anmaları düzenlemesi, Avustralyalı konukların Çanakkale Savaşı anmalarına katılması gibi.

Tabi takvim günleri sadece ortak anmaları, tarihsel anlatılarda ortaklaşmayı değil geçmişle ve onun anlamıyla ilgili çatışmaları da hatırlatır. Hele hele onuncu, yüzüncü ve yüz onuncu yıl gibi dönüm noktalarında hafıza da hafızayı şekillendirme çabaları da canlanır.

Türkiye’deki siyaset eliti, gazeteciler, sivil toplum kuruluşu ve meslek örgütü aktörleri, akademisyenler gibi kamuoyu önderleri Ermeni Soykırımı’nın üzerinden tam bir asrın geçtiği 2015 yılına işte böyle bir çatışmanın gölgesinde girmişti. 24 Nisan’a gelmeden yüzyıl önce ‘aslında’ ne olduğu kamuoyuna çok önceden anlatılmaya girişilmiş, cumhuriyetin ilk yıllarından beri içeriği biraz değişse de özü değişmeyen inkarcı argümanlar kanaat önderleri tarafından tekrar tekrar dolaşıma sokulmuştu. 24 Nisan günü ise Amerikan Başkanı’nın büyük felaket mi yoksa soykırım mı diyeceği kaygıyla ve merakla takip edilmişti. Çok az kanaat önderi 24 Nisan’ın neden yüz yıl sonra hâlâ hatırlandığını, Osmanlı Ermenilerinin başına nelerin geldiğini, diaspora diye yabancılaştırılan ve düşmanlaştırılan Osmanlı Ermenilerinin torunlarının nasıl ve neden yüz yıllık bir acıyı taşımak zorunda kaldıklarını anlamaya ve anlatmaya çalışmış, belki tarihsel adaletten ve sorumluluktan bahsetmişti.

Soykırımın yüz onuncu yılına ise son Karabağ Savaşı’nın, Ermenistan ve Azerbaycan arasında bir barış anlaşması ihtimali, Türkiye ile Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi çabalarının ve Ermenistan Başbakanı Nigol Paşinyan’ın soykırım açıklamalarının gölgesinde giriliyor. Türkiye’deki siyasi elit ve kanaat önderlerinin önünde zorlu bir görev vardı: 2015’e göre bölünmüş, kutuplaşmış, keskin siyasal kamplara ayrılmış olmalarına rağmen soykırım iddiaları gibi ‘ulusal’ bir meselede birleşip kamuoyunu yüz on (rakamla 110) yıllık bir geçmişin nasıl hatırlanması gerektiğine yine, yeni ve yeniden ikna etmeye girişeceklerdi.

Ta ki Paşinyan’ın Türkiye’den bir grup gazeteciyi Erivan’a davet etmesi ve ‘Ermeni Soykırımı’nın uluslararası alanda tanınması bugün dış politika önceliklerimiz arasında yer almıyor’ açıklamasına, ‘yandaş’ ve ‘muhalif’ kamuoyunda bir rahatlama yaşanana kadar. Hatta 2015’te Osmanlı Ermenilerinin kaderinden, torunlarının acısından, tarihsel sorumluluktan bahseden tek tük çatlak ama hala merkez medyadaki sesler 2025’te kaybolmuş görünüyor.

Peki Ermenistan başbakanının açıklamaları yüz onuncu yılda bir kırılma, güncel tabirle bir ‘paradigma değişikliği’ olabilir mi? Ermenistan’ın eski gazeteci başbakanı, uluslararası diplomasi de karnesi kötü olsa da kamu diplomasisinde haliyle daha maharetli. Zamanlaması iyi seçilmiş bir davet ve açıklamayla Türkiye’deki kutuplaşmış kamuoyuna ve kanaat önderlerine ulaşmayı, henüz imzalanmamış bir anlaşmanın ve somutlaşmamış bir normalleşmenin yakın olduğu, bunların gerçekleşmemesinde sorumluluğun kimde olduğu mesajını doğru adreslere iletmiş görünüyor. Tabii bu açıklamalar umulan bir kırılmadan çok, ‘muhalif’ ya da ‘yandaş’ kanaat önderlerinin toplumsal hafızayı nasıl anladıklarını gösteren, hafıza deyince ‘toplum’u değil de devleti anladıklarını gösteren bir örnek.

Neden mi?

Aslında bugün ‘muhalif’ medyada ya da kendi bağımsız mecralarında bu açıklamadan bazen gizleyemedikleri bir sevinç duyan çoğu kanaat önderi 2015’te merkez medyada çalışan veya köşe yazan, kamuoyunun ilgisini soykırımın yüzüncü yılında Amerikan başkanının ne diyeceğine yönelten, neden ‘aslında’ geçmişin ‘soykırım’la açıklanamayacağını savunanlar. 2015’te de bugün de Ermenistan devleti için soykırımın tanınıp tanınmaması bir güvenlik meselesiydi. Resmi belgeler de kamuya açık toplantılarda resmi görevlilerin yaptıkları açıklamalar da bu yöndeydi: Türkiye ile kapalı olan sınır ve Türkiye’nin Azerbaycan’a olan desteği Ermenistan’ı askeri, ekonomik ve diplomatik olarak izole etme gücüne sahipken Türkiye’nin soykırımı tanıması Türkiye’nin Ermenistan’a saldıramayacağının ya da Azerbaycan’a böyle bir saldırı da destek vermeyeceğinin garantisi olabilirdi. Ayrıca soykırımın başka ülkelerce tanınması, bu ülkelerin Türkiye destekli bir Azerbaycan saldırısına tarihsel sorumluluklarla karşı çıkma olasılığını arttırabilirdi. Soykırımın tanınması Ermenistan’ı ve öncelikle Ermenistan’da yaşayanları bu izolasyondan çıkarabilir, tarihsel adaletin yerine gelmesi böyle bir suçun veya yeni bir acının yeniden yaşanmasını imkansız kılabilirdi.

Bu ‘paradigma’ 2020’deki İkinci Karabağ Savaşı ile değişti. Ne soykırımı tanımış ülkeler Güney Kafkasya’da yeni bir trajedinin yaşanmasının önüne geçti ne de Türkiye devleti ve kamuoyu yüzbinlerce Ermeninin soykırımdan yüz beş yıl sonra yeniden yerinden edilmesini garipsedi, aksine destekledi. Artık Ermenistan’ın güvenliği için öncelik Türkiye ile normalleşme, Azerbaycan ile barış anlaşmasının imzalanması ve soykırımı tanımış ya da tanımamamış üçüncü devletlerin barış ve normalleşme için bütün adımlar atmış Ermenistan’ı olası bir yeni saldırıda Türkiye destekli Azerbaycan’a karşı korumaları, güçlendirmeleri.

Peki soykırımın tanınmasının Ermenistan devletinin dış politika önceliği olmasından çıkması soykırımın dünyada anılmasının ve tanınmasının, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türkiye’deki kanaat önderlerinin ve toplumun tarihsel sorumluluğunu unutturur mu? Sizce?

Bence bu ne ahlaken ne de toplumsal hafızanın işleyişi açısından mümkün. Sovyetler Birliği’nin dağılıp, bağımsız bir Ermenistan Cumhuriyeti ayakları üzerinde durup soykırımın tanınması için uluslararası alanda aktif bir rol oynayana kadar soykırımdan kurtulan Ermenilerin yeni yurt edindiği birçok ülkede soykırım zaten anılıyordu. Türkiye’nin soykırımı tanıması ve Osmanlı Ermenilerinin torunları ‘diyaspora’ Ermenilerine karşı yükümlülükleri hem akademik hem de siyasal çevrelerin gündemindeydi. Kimi ülke parlamentoları soykırımı resmen tanımıştı. Kimileri de Ermenistan Cumhuriyeti’nin bu konuyu dış politika önceliği haline getirmesinden dolayı değil, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle iç kamuoyundaki ve bilim dünyasındaki baskının Nato müttefiki Türkiye ile ters düşmenin bedelinden ağır gelmesi ve ‘tarihin bittiği’ yeni dünya düzeninde uluslararası insan hakları ‘paradigması’nın yükselmesiyle bunu gerçekleştirdi.

Daha önce başka bir vesileyle dilim döndüğünce Evrensel sayfalarında paylaşmıştım: Soğuk savaş bitince çamlak çömlek patladı, Ermeni Soykırımı’nın tanınması herkesin birbirine ayna tuttuğu, ‘küresel’ bir kamuoyuna seslenmek zorunda kaldığı bir ulusaşırı hafıza alanında ‘norm’ olalı çok oldu. Yani Rubikon da Üsküdar da geçildi, ne devletin ne de akademi ve kanaat önderlerinin soykırımı inkar eden, aklayan hatta haklı gösteren tezleri bu yeni küresel hafıza düzeninde pek alıcı bulmadı, bulamazdı. Soykırım içeride konuşulmaz, tabu haline getirildi getirilmesine, ama ‘diyaspora’ olmuş Ermenilerin canlı aile hafızaları, Türkiye’nin inkar politikalarına rağmen geçmişi bulundukları ülkelerde hatırlama ve hatırlatma istekleri hem beşeri bilimleri hem de popüler kültür endüstrisini etkiledi.

Kısacası, Ermenistan’ın dış politika öncelikleri değil, Osmanlı Ermenilerinin torunlarının aktivizmi, Türkiye’nin ve kendi devletlerinin baskılarına rağmen bu suçun tanınmasını ve hatırlanmasını öncelik edinen bilim insanları, insan hakları savunucuları, sanatçılar ve aktivistler sayesinde soykırım tanındı.

Peki devletlerin hafıza politikalarının, neyin hatırlanıp neyin hatırlanmayacağına dair kırmızı çizgilerinin bir önemi yok mu?

Elbette var. Ama en bilinen örnek olduğu için tekrarlayalım: Almanya’da Holokost’un anılması ve sonradan demokratik bir Almanya sistemin ahlaki mihenk taşı haline gelmesi Alman devletinin ve kanaat önderlerinin istemesiyle değil, devletin o dönemki resmi söylemine ve kanaat önderlerine karşı çıkan 70’lerin, 80’lerin gençlerinin aktivizmiyle gerçekleşti. Arap komşularıyla savaş halinde, içeride barışını sağlayamamış İsrail devletinin dış politika önceliklerinin bu aktivizmde bir rol oynamadığını da hatırlatalım.

Almanya’da kalalım: Alman İmparatorluğu’nun sömürgesi Namibya’da Birinci Dünya Savaşı’ndan önce gerçekleştirdiği ve 20. yüzyılın ilk soykırımı olarak tanımak zorunda kaldığı Herero ve Nama Soykırımı’nı Almanya’nın ve küresel hafıza alanının ve bilimsel araştırmaların gündemine soykırım mağdurlarının diyasporadaki torunları soktu, Namibya devletinin dış politika öncelikleri değil. Bugün Berlin’in ortasında Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sırasındaki müttefiki Japon İmparatorluğu’nun Koreli kadınlara karşı işlediği cinsel suçları hatırlatan bir heykel var olabiliyorsa, bu insanlık suçunda Nazi Almanyası’nın rolü tartışılabiliyorsa ve bu suç Birleşmiş Milletler tarafından tanınabilmişse bu Güney Kore Cumhuriyeti’nin dış politika öncelikleri sayesinde değil Güney Koreli diyasporanın aktivizmiyle gerçekleşti. Dünya Şincan’da olanları da Myanmar’da Müslüman Arakan halkının deneyimlediği soykırımı da Çin’in ve müttefiklerinin dış politika önceliklerine ve üçüncü ülkelerin Çin’le ekonomik ilişkilerini riske atmamayı amaçlamayan dış politika önceliklerine rağmen insan hakları aktivistlerinin uluslararası çabalarıyla öğrendi.

Kaldı ki hiçbir ülkenin parlamentosu Ermeni Soykırımı’nı Ermenistan Devleti kuruldaktan sonra oluşmuş ve açılmış arşivler, sadece Ermenistan’ın dış politika öncelikleriyle desteklemiş olduğu ve orada yetişmiş tarihçilerin çalışmaları, Ermenistan’ın diplomasi alanında Türkiye gibi kaynakları ve tehdit gücü daha büyük bir ülkeye karşı elde ettiği zaferler sayesinde kabul etmedi.

Almanya ya da Amerika Birleşik Devletleri’ni bir yana bırakalım, Çekya gibi Türkiye’nin baskılarına ve tehdidine karşı çıkması daha zor, Birinci Dünya Savaşı’na dair resmi arşivin, bilimsel çalışmanın, hele hele Osmanlı Ermenilerine dair belgelere ve çalışmalara erişimin kısıtlı olduğu bir ülkede bile soykırım Ermenistan’ın ne bilimsel ne de diplomatik katkısıyla gerçekleşti. Döneme dair Çek tarihçilerin az sayıdaki çalışması, Osmanlı Ermenilerinin yaşadıklarına hem Anadolu’da hem de sığındıkları yerlerde tanık olmuş az sayıdaki Çek’in eserleri kültürel hafızaya girmiş olduğu, Çek Ermenilerinin aktivizmi ve Çek insan hakları savunucuları, tarihçiler ve aktivistler bu çabayı desteklediği için soykırım tanındı. Norveç’te de, Almanya’da da, Rusya’da da soykırıma dair ulusal dilde yazılmış bir külliyat, döneme dair tanıklıklar, arşiv belgeleri ve bir hafıza olduğu için soykırım tanındı, hâlâ anılıyor ve Türkiye’nin sorumluluğu hatırlatılıyor.

Son bir hatırlatma: Soykırım tanımının, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin mimarı Raphael Lemkin de Ermenistan devletinin dış politika öncelikleri sayesinde Ermeni soykırımıyla ilgilenmeye başlamamıştı. Hem anılarında hem de verdiği siyah beyaz görüntülü röportajlarda Osmanlı Ermenileri’nin tehcir kararıyla sistematik olarak yok edilmesinin, yaşanan mağduriyetin ve felaketin cezasız kalmasının onu bizzat etkilediğini aktarır. Berlin’de soykırımın mimarlarından Talat Paşa’nın, 1915’ten sonra tüm ailesini kaybetmiş Osmanlı Ermenisi Soghomon Tehlirian tarafından öldürülmesiyle başlayan dava sürecini genç bir hukuk öğrencisi olarak takip eden Lemkin, Ermeni soykırımına dair resmi Ermenice kaynakları değil, Almanca kaynakları okumuş, soykırım nedir ve neden suç olmalıdır diye kafa patlatırken aklının bir köşesinde Osmanlı Ermenileri kalmıştır.

Gelelim yazının başında aktardığım sözlere.

Berlin’de bir grup Türkiye kökenli aktivistin Hrant Dink’in katledilmesinin ardından kurduğu bir dernek Akebi: Aktivist Eylem Birliği. Akebi’nin organizasyonuyla soykırımın yüz onuncu yılında bir grup Ermeni, Kürt ve Türk sivil toplum temsilcisi ve sanatçı hafta sonundan beri Erivan’ı ziyaret ediyor. Bugün de yine Türkiye kökenlilerin kurduğu Soykırım Karşıtları Derneği temsilcileriyle beraber Soykırım Anıtı’na yürüyüp soykırımı Berlin’den ve dünyanın her yerinden gelen Ermenilerle beraber sessizce anacaklar. Yer verdiğim sözler Erivan’daki Soykırım Müzesi’ni ilk defa ziyaret eden Türkiye kökenli aktivistlerden birine ait. Onun sorusu da Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve toplumunun tarihsel sorumluluğu da yüz on yıl sonra hâlâ güncel.

Evet, Üsküdar da Rubikon Nehri de hatta Türkiye ve Ermenistan arasındaki doğal sınır olmuş Aras Nehri de geçildi - iki ülke arasındaki sınırlar kapalı dahi olsa. Sadece yüz on yıl önce yaşadıkları büyük felaketin değil, Anadolu’daki binlerce yıllık varlıklarının ve tarihlerinin şiddetli inkarına rağmen Türkiyeli Ermenilerin dirayetli hafızası ve aktivizmi Türkiye toplumunun ve Türkiyeli diyasporanın geçmişe ve kendine bakışını dönüşü zor biçimde dönüştürdü. Hafızayı devlet politikalarından, resmi tarih anlatılarından ve tek sesli renksiz, tatsız, cansız anıtlardan, resmi anmalardan, resmi belgelerden ve milli sınırların içinde hapis sananlar tarihsel sorumluluklarının olmadığına kendilerini ve başkalarını inandırmaya devam edebilir. Ama Türkiye toplumunun bir bölümü için ne tarihi ne de sorumluluğu inkar artık mümkün değil. Belki tarihi galipler yazar, devlet de tek sesli ders kitapları basar. Ama sınıfların, ailelerin, siyasal hareketlerin, dini, etnik ya cinsel kimlik azınlıklarının geçmişleri kendi ve başkalarının dillerinde anılır ve hatırlanır.

Erivan’daki ziyaretçi grubundan başka bir aktivistin sözleriyle bitireyim. Çünkü açıkçası baştaki sorunun cevabı bende de yok. ‘Belki de çıkış yolu Hrant Dink’in cenazesine katılan on binlerdedir. Belki o büyük suçta sorumluluğu olmasa da inkarın sorumluluğunu üstlenmek istemeyen insanlardadır. Belki adaletsizlik hissi tarihsel sorumluluğun üstlenilmesi ile bir nebze giderilir.’

Belki.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Bu korkuyu daha ne kadar yaşatacaksınız?
50 milyon can deprem riski altında

Bu korkuyu daha ne kadar yaşatacaksınız?

İstanbul, depremlerle sarsıldı. Türkiye’yi 23 yıldır yöneten iktidarın rant odaklı politikaları, ülkeyi depreme hazırlamadı. 20 milyon İstanbullu dün yeniden beklenen büyük depremin korkusunu yaşadı. Halk dar sokaklara indi, trafik felç oldu, telefon hatları çöktü. Uzmanlar, İstanbul başta olmak üzere deprem kuşağındaki 50 milyon insanın can güvenliğini sağlayacak acil önlemlerin derhal alınması konusunda yeniden uyardı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
24 Nisan 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et