Olası bir depremden “biz” nasıl kur(t)ulur?
Depremi “Ben nasıl kurtulurum?” sorusuna sıkıştıran her bakış, hayatta kalmakla yaşamı sürdürmek arasındaki farkı da bulanıklaştırır. Asıl soru: “Biz nasıl yaşamı sürdüreceğiz?”

Fotoğraf: Evrensel
Kaan Biçici
[email protected]
Yakın zamanda İstanbul’da gerçekleşen şiddetli depremler sonrası, daha önce de olduğu gibi “büyük İstanbul depremi” başlığı altında tartışan bilim insanlarının oluşturduğu neredeyse “tarikatsal” pozisyonlara tanıklık ediyoruz. Her yeni depremle birlikte televizyon ekranlarına, sosyal medyaya, haber portallarına artık aşina olageldiğimiz isimler çıkıyor; ama söyledikleri neredeyse zaman zaman birbirini tamamen boşa düşüren cümleler. Kimisi “Bu deprem büyük İstanbul depremini tetikler” derken, kimisi “alakası yok” diyor; bir başkasıysa “Olabilecek en iyi senaryoyu yaşadık” diyerek içimizi “ferahlatmaya” çalışıyor. Aynı üniversiteden mezun, aynı yaş kuşağından, hatta kimi zaman aynı akademik gelenekten gelen insanların tamamen zıt pozisyonlar alabilmesi, herkeste ciddi bir kafa karışıklığı yaratmış durumda. Ve bu kafa karışıklığı sadece bilgiyle değil, duygu durumu ile de ilişkili: Sürekli bir sarkaç gibi salınan bir ruh hali. Kaygıyla başlayan günler, bir uzmanın söyledikleriyle kısa süreli bir güvene; ardından başka bir açıklamayla yeniden paniğe evriliyor.
Duygu düzenleyici rolünde bilgi
Bilimsel otoritelerden açıklamalar ise bu dalgalanmalarda yalnızca “bilgi” değil, kimi zaman “duygu düzenleyici” bir rol üstleniyor. Bu kadar çok görüş farklılığının nedeni depremi nasıl ele aldığımızla da alakalı. Bu görüş farklılıkları toplumu ne kadar etkiliyor?
Bilim insanları arasında bu kadar keskin görüş farklılıklarının olmasının nedenlerini yalnızca kişisel kaprislerle ya da “popüler olma çabası”yla açıklamak basit olacaktır. Mesele çok daha yapısal ve katmanlı. Bu farkların temelinde epistemolojik ayrımlar yatıyor. Kimisi depremi tarihsel örüntüler içinde değerlendirirken, kimisi fay hatlarının geometrik ilişkilerine, kimisi ise istatistiksel modellere daha çok önem veriyor. Bu metodolojik farklılıklar, aynı veriye bakıp bambaşka sonuçlara ulaşmalarına neden olabiliyor. Ayrıca depremler deterministik değil, veri eksik ve yorumlar genelde olasılıklara dayanıyor.
Bir diğer yerden, disiplinler arası kökenler de bu farkları derinleştiriyor. Kimi akademisyen jeoloji eğitimi almışken, kimisi jeofizik ya da maden mühendisliği gibi alanlardan geliyor. Bu disiplinler arası geçişler, depremi anlama biçiminde farklı önceliklerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Maden kökenli bir uzman yer altı yapılarına dair daha çok konuşurken, jeofizikçi yer hareketlerini, jeolog ise tektonik süreçleri ön plana çıkartabiliyor. Akademik yapıların ve üniversitelerin farklı bilgi üretim biçimleri de oldukça etkili. Özellikle bilimin icracısı olan insanların daha fazla “uzmanlığa” itildiği bilginin “darlaştırıldığı” yerde bütünsel olana dair ilgi azaldığı gibi yorumlar da indirgenen yerde kalıyor.
Bilgiyi kimin, nasıl söylediğine bakalım
Medya görünürlüğü ve siyasal-ekonomik baskılar da bilimsel görüşlerin şekillenmesinde ciddi rol oynuyor. Ekranda daha çok görünür olanın söylediği, kamuoyunda daha “doğru” kabul ediliyor. Kimi zaman, bir uzmanın söyledikleri bilimsel veriyle değil, konjonktürel ihtiyaçlarla uyumlu olduğu için dolaşıma sokuluyor. Böylece bilimsel bilginin kendisi değil, onun nasıl ve kim tarafından söylendiği belirleyici hale geliyor. Günün sonunda “sağlıklı bir bilimsel çoğulluk” diyemeyeceğimiz bir şeyle karşı karşıyayız. “Duygusal sarkacın” sebebi olan bir çoğulluk.
‘Herkes hazırlıklı, kimse bir arada değil’
Deprem bir ihtimal olmaktan çıktığında ilk sorulan soru şu olur: “Bizim bina sağlam mı?” Ardından gelir, “Çanta hazır mı?”, “Kediyi de alıp çıkabilecek miyim?”, “Sigortam var mı?” Ve tüm bu soruların toplamında, koca bir toplumun felaketi; bir bireyin ve onun dar çevresinin hayatta kalma kılavuzuna sıkışır. Ortada bir felaket varsa, ona verilecek yanıt da bireysel olmalı sanrısı. Oysa bu düşünce biçimi, yalnızca bireyin korku ya da kaygılarına değil; devletin kamusal sorumluluktan çekildiği, örgütsüzlüğün “kural” haline geldiği bir düzene de ayna tutar. Çünkü sistemin güvenilmezliği, insanı kendi çaresine “mecbur” bırakır.
Bu yalnızlık anlatısının büyümesinde yalnızca siyasal yapıların değil, bilimin diliyle konuşanların da payı büyük. Ekranlara çıkan, haritalar gösteren o bilim insanlarına sorulan soru, “İstanbul’un neresi daha sağlam?” olur çünkü duyulmak istenen de budur sözde. Ve bilim de bu beklentiyi karşılayacak veriyi üretmeye koyulur. Ancak sağlam yere gidemeyen ve sağlam yerde kalamayanlar ne olacak?
“Yaşadığın yer iyiyse sorun yok” düşüncesi, bilginin doğrudan konfora hizmet ettiği bir anlayışa dönüşür. Ve burada, bilgi kolektif bir tahayyül kurmak için değil, bireysel bir rahatlama sağlamak için dolaşıma girer. Bilim insanının harita üstünde gösterdiği güvenli bölgeler, siyasal olarak sorgulanması gereken eşitsizliklerin üzerini örten birer geçici “kurtarılmış” bölgelerdir artık.
“Ben kurtulursam, devam ederim” fikri, yıkıntının altında kalmış bir başka gerçekliği örter: Kurtulanın da yalnız kaldığı bir şehirde yaşaması mümkün olmayabilir. Ama bu düşünce, felaketle baş etme yollarının kişisel çözümlerle dolu kataloglara dönüştüğü bir yerde kök salıyor. Herkes yalnız, herkes hazırlıklı, ama kimse bir arada değil.
‘Bilgi kolektif iradeyi büyütmeli’
Depremi yalnızca “Ben nasıl kurtulurum?” sorusuna sıkıştıran her bakış, hayatta kalmakla yaşamı sürdürmek arasındaki farkı da bulanıklaştırır. Deprem olduktan sonraki “yaşam sevinci” en kısa süre tadacağımız duygu olabilir. Sormamız gereken asıl soru: “Biz nasıl yaşamı sürdüreceğiz?” Bir arada, bir kentin içinde, bir hayatı yeniden kurarak. Çünkü potansiyel felaket bireyin sınavı değildir yalnızca, toplumun örgütsüzlüğe karşı verdiği sınavdır.
Ama bu “biz”in kurulması da yalnızca iyi niyetle, dayanışma çağrılarıyla değil; ideolojik ve politik mücadeleyle mümkündür. Bugün bu tahayyülün önünde en büyük engellerden biri de işte bu yalnızlaştıran ideolojidir. Örgütlenmeye değil, çözüme değil, tevekküle çağıran bir ideolojik iklim. Herkesin kendi başının çaresine baktığı bir düzende, kimse ötekinin hayatına sorumluluk duymuyor. “Biz” yalnızca felaketteki karşı karşıya kalınan zorunlulukta kendini gösterir hale geliyor.
Oysa tam da burada, “güvenli kent” fikri bir temenni değil, bir siyasal talep olarak şekillenmeli. Depreme hazırlık yalnızca betonun dayanıklılığında değil, toplumsal örgütlenmenin gücünde aranmalı. “Ortak yaşamı sürdürme planı” bir kentsel dönüşüm projesi değil, bir toplumsal dönüşüm tahayyülü olmalı. Sığınma alanlarının, tahliye yollarının, mahalle örgütlenmelerinin, dayanışma ağlarının kurulduğu bir zeminde, felaketin yalnızca yıkımı değil, bir kurucu an haline gelebilir.
Deprem, teknik bir sorun değil yalnızca; toplumu nasıl örgütlediğimizle, kimin nerede yaşadığıyla, nasıl yaşadığıyla doğrudan ilgili bir politik mesele. Bilgi yalnızca kaygıyı yatıştırmak için değil, kolektif iradeyi büyütecek biçimde dolaşıma sokulmalı. Yeni bir siyasal zemin; gündelik hayatı da, kriz anlarını da birlikte düşünmeyi gerektirir. Bu, başka bir dünyanın mümkünlüğüne dair yalnızca bir umut değil, bir görevdir artık. Ve görev, her bireyin değil, her “biz”in ortak sorumluluğudur.
Evrensel'i Takip Et