Elit ve medyatik bir süreç işliyor
Abdullah Öcalan’la müzakerenin başlamasıyla medyaya da “barış gazeteciliği” kavramı girdi. Nedir bu barış gazeteciliği? Nasıl olmalı? Türkiye medyası süreçte nasıl bir rol oynuyor?Bu soruları İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Arsan’a sorduk. T&u
Bu soruları İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Arsan’a sorduk. Türk basınının bölge insanının taleplerini aktarma sorumluluğuna dikkat çeken Arsan’a göre “Medyada süreç kanaat önderleri, politikacılar ve bir grup üst düzey gazeteci arasında gelişiyor.”
Hükümetle Öcalan arasında görüşmelerin başlamasıyla birlikte medyada da bir söylem değişikliği görüyoruz. Sizce basın bugün sürecin neresinde konumlanıyor?
İki önemli şey var: Bu sürecin halka aktarılmasında aktör olan siyasetçiler ve basın çok keskin bir söylem değişikliği içinde. Örneğin, bundan çok kısa bir süre önce AKP milletvekilleri öldürülen PKK’liler için gazetecilere “gebertilsin diye yazılmalı” direktifleri verirken, artık “terörist” demeyelim de “aktivist” diyelim tartışmaları yapılıyor. “Bebek katili”nin Öcalan’a, “terörist”in gerillaya dönüştüğünü görüyoruz. Büyük Türk basınında da ani bir “dilsel” dönüşüm var. Burada soru şu: Bu kadar ani bir kesintiyle dönüşen söylemsel pratiklerde ve süreçte, acaba basın mı bizi yanıltıyor, yoksa hükümet mi? Bazı gazeteciler samimiyetsiz olanın basın olduğunu ve iktidardan emir alan büyük medyanın zoraki olarak sürece destek verdiğini söylüyor. Ancak hem hükümetin hem de basının kullandığı ve aniden 180 derece değişen bu politik dilin ikisi de mevcut kalıplara uymuyor; Ya ikisi de samimi ya da ikisi de değil. İkinci olarak, bu süreç medyatikleşmiş bir süreç. Medyada gördüğümüz -ya da görmemize izin verilen şey-barış sürecinin medyadan sunulan hali. Benim gördüğüm kadarıyla medya, siyasal iletişim süreçlerini çok etkili yönetebilen AKP, onun direkt etkisi altındaki bazı kanaat önderleri ve Abdullah Öcalan (ve BDP ileri gelenleri) arasında gelişen elit bir sürece kitlenmiş durumda. Halka inen, dokunan, bireylerin gerçekten anlayabildiği bir süreç değil bu. Halk bir gün önce medya tarafından ‘bebek katili’ olarak gösterilmiş olan kişiyle bugün nasıl olup da el sıkışıldığını anlamıyor. Bir süre önce Kandil’e gitti diye hapse atılan gazeteciler hapisteyken, şimdi neden turistik tur yapar gibi bir sürü gazetecinin Kandil’e gidebilmesini de anlayabilmiş değil halk.
TÜRK BASINI DA KATALİZÖR OLMALI
Bu elit süreç ve medyatikleştirme medyanın değişen söyleminde nasıl karşılık buluyor?
Savaş açısından da barış açısından da ben basının medyatikleştirmesini “uzaktaki acının anlatımı” olarak görüyorum. Bu uzaktaki acının anlatımı açısından Türk basını ile Kürt basını arasında ciddi bir fark var. Türk basını halka coğrafi ve duygusal olarak gerçekten uzaktaki bir acıyı, genellikle de şehitleri anlatıyor. Bu anlatı çoğunlukla olgusal bilgiye değil, yoruma dayalı. Yani Türkiye’nin düşünce ve kanaat önderleri batıda, oturdukları yerden uzaktaki bir meseleyi anlatıyor, yorumluyor ve ona göre bir anlatı geliştiriyorlar. Türk medyası bu uzaktaki acıyı genelde yorumlayıcı ve buyurgan bir üslupla tanımlıyor. Örneğin “Kürtler şunu istiyor veremeyiz”, “Bu Kürtler de artık çok oldular”... Fakat Kürt medyası coğrafi ve duygusal olarak tam da içinde olduğu bir acıdan bahsediyor. Bu yüzden Kürt gazeteci birinci elden tanık olduğu sorunları anlatıyor.
Barış sürecine dönersek, gene Türk basını uzaktaki bir barış ihtimalini anlatıyor. Kandil, İmralı, çekilme süreci, sınır vs. gibi kavramlar Türk medyasının ve okurunun çok uzağında, dokunamadığı, göremediği, tanık olmadığı, bilmediği şeyler. Kürt gazeteci ise coğrafi olarak, fiziksel olarak anlattığı şeye yakın, hatta tam ortasında. Çekilme dendiğinde kafasında bir tablo oluşuveriyor. Sınır ve sınır ötesi dendiğinde neyin kastedildiğini biliyor ve tanıklık ediyor.
İki gazetecinin (Türk ve Kürt) barışa ilişkin algı pratikleri de farklı. Eğer gerçekten bir barış istiyorsak Kürt halkının yaşamına değecek ciddi iyileştirmelerin olması gerekiyor. BDP bu süreci yol temizliği olarak tarifliyor. Türk’ün uzaktaki acısını Kürt halkı yakın acı olarak yaşadığı için, öncelikle bu acı son bulmalı, ardından da çekilen acıların hesabı sorulmalı diye düşünüyor. Basının da bunları detaylı bir şekilde anlatması gerekiyor. Süreç ‘bir sabah uyanmışız ve barış gelmiş’ gibi medyatikleştirilecek bir süreç değil; tersine çok ciddiye alınması gereken bir süreç. Bu süreçle birlikte bölge insanının siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik talepleri dikkate alınmalı. Türk basını da burada Kürt basınının yaptığı gibi katalizör olmalı, değiştirici ve dönüştürücü rolü oynamalı.
Benzer süreçlerin yaşandığı ülkelerde durum nasıldı peki? Örneğin IRA meselesi ya da BASK meselesinde basın ne tür bir rol oynadı?
Bizim medyamızda bugün yoğun bir şekilde otoriter ve totaliter bir anlayış hakim. Basın iktidarın koşulsuz aracı durumda. Beğenmediğimiz BBC bile savaş sırasında karşı tarafa yani IRA’ya söz hakkı veriyordu. Bizde ise barış sürecine kadar “öteki” ile konuşmak suçtu. Bugün de Kandil’e giden gazeteciler ancak hükümetin izni ile gittiler. Aslında eskiden de Kandil’e gitmek için bir engel yoktu. Ama gidenler ceza alıp baskı görüyordu. Yabancı haber ajansları oralardan haber geçiyordu, bu haberler kullanılabilirdi, o da yapılmıyordu. Türk medyası sorunda kendine katalizör görevi görecek bir misyon biçmemişti.
KADINLARIN TEMSİLİYETİ YOK GİBİ
Peki bugün medyanın buyurgan söyleminde değişiklik var mı?
Var. Medyanın aşağılayıcı, küçük düşürücü dilinin birden değiştiği görülüyor. Bunu da siyasal aktörlerin temsil ediliş biçimi üzerinden görüyoruz. Yani bir anda “öteki parti” BDP’nin ileri gelenleri sözü dinlenen siyasal aktörler olarak, hatta “insani” birer aktör olarak çıkıyor gazete manşetlerine. Gerillayla kucaklaştı diye “terörist sevici” diye nitelendirilen, düşmanlaştırılan Kürt siyasetçiler bir anda AKP’lilerle el sıkışırken çerçeveleniyor. Bunun bir anda, düğmeye basılarak yapılabilen bir şey olduğunu görüyoruz. Medya içeriğine etki ederek sosyal ve siyasal anlamı inşa edebilen ve medyatik algıyı böyle güçlü şekilde değiştirebilen ilk parti herhalde AKP’dir. Bu kurgusal algı yönetimi, şimdilik emir komuta ile gerçekleşiyor. Medyatik gerçeklik olarak bakıldığında muhteşem bir barış süreci var; fakat bunun gerçek hayatta meyvelerini toplamış değiliz.
Medyatik gerçeklikle gerçek hayatın farklı olduğunu söylüyorsunuz...
Daha önce de dediğim gibi, elitlerin söz haklarını kullandıkları bir süreç görüyorum ben. Halka inen bir durum değil. Mesela kayıp yakınlarına, gözaltında ölenlerin ailelerine ve diğer mağdurlara söz hakkı yok. Onların talepleri nedir ya da sürece nasıl bakıyorlar, medyada bu yok. Büyük medyada bugün için süreci maalesef sadece Akil İnsanlar ve her iki taraftan kanaat önderleri temsil ediyor. Tam bir medyatik süreç! Çekilme dışındaki sosyal, siyasal adımlar hiç konuşulmuyor. Bir de çok maskulen bir süreç izliyoruz. Kadınların hem medyada hem siyasette temsili yok denecek kadar az. Mesela benim dikkatimi çeken bir şey, first lady’ler yani başbakan eşi, cumhurbaşkanı eşi bu sürece dair hiç konuşmuyor. Afrika’da bir insan hakları ihlali olduğunda hemen devreye giren bu kadın figürleri, kendi ülkelerinde gelişen barış sürecine dahil olmuyor.
TÜRK MEDYASI IRKÇI, MİLLİYETÇİ ÖZÜNÜ KORUYOR
Türk basınıyla Kürt basını arasında sürecin aktarılmasında gözlenen temel fark nedir?
Türk basını süreci ‘milli bir süreç’ olarak görüyor. Türk siyasi hareketi ve basın süreci Kürtlerin millileştirilmesi ve İslamlaştırılması olarak görüyor. Bunu özellikle Gülen Cemaatine yakın medyada gözlüyorum ben. Bu medyadaki söyleme baktığımızda, mesela hükümet Kürtlerle barış gerçekleştiriyor ama hangi Kürtlerle? Kendileri kadar Sünni olan ve dini değerlere sahip çıkan Kürt kardeşleriyle gerçekleştiriyor. Alevi Kürtlerin adı hiç geçmiyor bu süreçte mesela. Türk medyasında yayınlanan haberlerden benim okuduğum şey, barış sürecinin domestikasyonu, yani yerelleştirilmesi. Burada en çok vurgu yapılan şey ise “Kürt hareketinin İslamlaştırılması.” PKK’nin solcu dilden arındırılıp, İslamlaştırılarak Türk milliyetçiliğinin mağlup edileceği yolunda fikirler yer alıyor. Kürt medyası ise olayı daha bütünlüklü ve uluslararası bir çerçevede görüyor. Sürecin sadece Türkiye ile değil, tüm Ortadoğu’yla ilgisini ve o coğrafyadaki tüm Kürt hareketlerini kapsayan bir süreç olduğunu dile getiriyor.
Bunun yanında, Türk medyası hâlâ eski milliyetçi, ırkçı ve Kürt düşmanı özünü koruyor. Bu manada kırılmayan ve Kürt düşmanı söylemini devam ettiren Sözcü gazetesini de belirtmemiz gerekir. Ani bir kesintiyle özünden u-zaklaşan büyük medyanın yine ani bir geri dönüşle özüne dönmesi aslında an meselesi; ancak sorun tam anlamıyla çözülürse Türk medyası bu özüne dair bir özeleştiri süreci de geçirebilir. Gelişmelere göre neler olacağını göreceğiz.
MEDYA SAHİPLİĞİ DARALTILMALI GAZETECİLER ÖRGÜTLENMELİ
Sürecin halka indirilmesi için Türkiye medyası nasıl tutum almalı?
Şu anda AKP, süreci kendisinin yönettiği gibi bir algı yaratıyor. Bunu da medya aracılığı ile yapıyor. Süreci şeffaflaştırmak gerekir. Örneğin AKP, tutanakların yayınlanmasından rahatsız olmamalı. Bizim en büyük eksikliğimiz bilmemek. Savaş sürecinde de gerçekten yaşananları bilmiyorduk şimdi de bilmiyoruz. Medya baskı ve yasaklardan korkmamalı bu süreçte. Milliyet mesela bu süreçte önemli bir iş yaptı ve Namık Durukan’ın ele geçirdiği İmralı tutanaklarının özetini yayımladı. Ama sonra korktu, geri adım attı; tutanaklar İnternet sitesinden kaldırıldı, Hasan Cemal’in işine son verildi. Maalesef medya bizim ülkemizde ekonomik ve siyasal açıdan çok marjinal olarak iktidarlara bağımlı durumda. Medyanın içinde olduğu bu marjinal yapı değişmediği sürece maalesef her süreci bilgi eksikliği ile izleyeceğiz. Buna mukabil, giderek etkili hale gelen bir alternatif basın ve sosyal medya var. Bu da bilgi edinme hakkımızı kullanabilmek için bir imkan olarak duruyor.
Bu marjinal yapının kaynağı ne peki?
En büyük kaynağı medya sahipliği. Medya sahipliği daraltılmalı. Örneğin hem banka hem inşaat sektöründe olup hem de gazete sahibi olmamalı insanlar. Bunun için yasalar çıkarılmalı. Gerçek gazetecilik basın patronu için arka sıralarda kalıyor, patronun amacı gazeteyi kullanarak ihale almak oluyor.
Bizim ülkemizde gazeteciliğin felsefesi de yanlış. Gazeteciler kendini süreçlere etki edebilecek politik aktörler olarak görüyor. Ama bu doğru değil. Gazeteci doğru bilgiyi halka aktaran kişidir. Bu felsefenin değişimi de ancak eğitim ve örgütlenme ile gerçekleşebilir. Gazeteci haber taşıyıcısı olduğu halka karşı sorumluluk sahibi ve hesap verebilir olmalı. Mesela Akit örneğine bakın, her gün birine iftira atıyor ve buna karşılık kimseye hesap vermiyor. Böyle bir ortamda istediğiniz her şeyi, her türlü kötülüğü yapabilirsiniz. Halbuki gazeteciliğin esası kötülükle mücadele etmektir. Evrensel, BirGün, Bianet gibi alternatif yapılanmalar bu manada büyük eksik dolduruyor. Keşke daha büyük kitlelere ulaşabilseler…
HAKEMİ DE KURALLARI DA AKP BELİRLİYOR
Ülkemizde onlarca gazeteci hâlâ tutuklu... Kitaplar yasaklanıyor, heykeller parçalanıyor, televizyon programlarının yayını durduruluyor, AİHM’de onlarca ifade özgürlüğü davası sürüyor… Bu tablo size ne ifade ediyor?
Şu anda medya tam bir teslimiyet yaşar durumda. Ankara’dan emir geliyor ve istenen yapılıyor. İnkar ediyorlar ama içeriden aldığımız bilgiler de bu yönde. Kimin çalışıp çalışmayacağı, kimin gazetecilik yapıp yapmayacağı Ankara’dan belirleniyor. Bunun bir de Pensilvanya ayağı var tabii. Büyük medya genelkurmayın sultasından kurtulurken, bu sefer de tek parti iktidarının siyasi ve ekonomik boyunduruğuyla ve dini bir cemaatin benzer güç odaklarıyla kuşatılmış durumda. Çemberin dışında kalanlar için işinden olma, hapse atılma, meslek prestijini kaybetme korkusu yaratıldı. Bu korku hafife alınacak şey değil. Çünkü şu anda en çok gazeteci hapseden ülke durumundayız. İçerideki bazı gazetecilerin daha uzun yıllar çıkamayacağını düşünür olduk. Halbuki muhalif oldukları için tutuklanan, hapse atılan tüm gazetecilerin serbest kalması gerekir. Muhalif oldukları için marja itilen, dışarıda bırakılan bazı gazetecilerin güç odaklarıyla dansını hayretle izliyoruz. Basın özgürlüğü mücadelesi AKP, cemaat ve bunların sevdiği sevmediği gazeteciler arasında bir maç değil. Basın özgürlüğü halkın doğru haber alma, bilgilenme hakkı ile ilgili bir durum. Zaten olayı karşılıklı bir maç olarak gördüğünde kazanma ihtimalin yok. Çünkü mevcut durumda hakemi de kuralları da mevcut hegemonya belirliyor. Bu nedenle, kişisel mağduriyetleri abartmadan, basın ve ifade özgürlüğüne odaklanmak ve hakkımız olanı talep etmeye devam etmek gerek bence. (İstanbul/EVRENSEL)