Susurluk, e-muhtıra ve Ergenekon davası
Fatih Polat
TÜRKİYE TARİHİNİN EN SİYASİ KAZASI: SUSURLUK
3 Kasım 1996’da, Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesinde meydana gelen trafik kazası, Türkiye tarihinin en siyasi ve en “popüler” trafik kazası olarak anılmayı hak edecek sonuçlar doğurdu. DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay sahte kimlikli Abdullah Çatlı ile Gonca Us’un içinde oldukları Bucak’a ait 06 AC 600 plakalı Mercedes marka siyah renkli otomobil, 3 Kasım 1996 günü saat 19.25 sularında Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde benzin istasyonundan yola çıkan Hasan Gökçe yönetimindeki 20 RC 721 plakalı kamyon ile çarpıştı. Tarihe “Susurluk Skandalı” veya “Susurluk Kazası” olarak geçen kazada, Mercedes’i kullanan Hüseyin Kocadağ, üzerinde Mehmet Özbay kimliği bulunan Abdullah Çatlı ve Melahat Özbay sahte kimlikli, Gonca Us ölmüş, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtuldu. Çete (Kontrgerilla), siyaset, mafya ilişkilerinin nasıl iç içe geçmiş olduğunu ortaya döken bu gelişme üzerine, kontrgerillanın açığa çıkartılıp yargılanmasının talep edildiği eylemler başladı. ‘Bir dakika karanlık’ eylemleri, bu tepkilerin en akılda kalanlarından biriydi. Bu dönemde gerçekleşen protestolar sokaklara kadar taştı ve bu Türkiye’de demokrasi mücadelesi bakımından geniş kitlelerin harekete geçtiği bir dönem oldu. Türkiye’nin yüksek tirajlı holding gazeteleri, ‘Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak’ sloganının yazılı olduğu sayfalarla çıkarken, bu dönemde, sistemin yeniden yapılandırılma ihtiyacının da, protestoların önünü açan bir kesişme noktası oluşturduğunu belirtmeliyiz. “Susurluk Kazası” gerçekleştiğinde başbakanlık koltuğunda oturan Necmettin Erbakan, “fasa fiso”, Adalet Bakanı Şevket Kazan ise ışık kapatma eylemiyle ilgili olarak “Mumsöndü oynuyorlar.” açıklamasında bulundular ve büyük tepki çektiler.
Bu arada bu tepkilerin 28 Şubat müdahalecileri tarafından, kendi müdahalelerini meşrulaştırmak üzere kullanıldığını ve hakim çevrelerin, aşağıdan gelen demokratikleşme ve çetelerden arınma taleplerini sisteme yedeklemeye çalıştığını da not etmek gerekiyor.
Erbakan’ın ardından başbakan olan Mesut Yılmaz, Başbakanlık Müsteşarı Kutlu Savaş’a Susurluk Raporu hazırlattırdı. Bu raporda devletin ‘siyasi cinayet işleme’ gerçeği kabul edilirken, ‘kantarın topuzunu’ kaçırarak, kişisel çıkarlar etrafında güç kullanma gibi eğilimler, ‘birer sapma’ olarak ifade edildi. Önemli bilgilerin de yer aldığı bu rapor ve TBMM tarafından görevlendirilen Elkatmış başkanlığında CHP’den de Fikri Sağlar’ın katıldığı Susurluk Komisyonu’nun raporu, dönemin önemli belgeleri olarak kalırken, toplumum, ‘siyasi cinayetlerin aydınlatılması’, ‘derin devlet örgütlenmelerinin dağıtılması’ gibi talepleri karşılanmadı. Susurluk sürecinde frene basılan noktanın, ‘MGK’nın lağvedilmesi’ taleplerinin dile getirildiği sürece denk gelmiş olması önemliydi.
27 NİSAN e-MUHTIRASI
Türkiye siyasi tarihinin son 5 yıllık dönemi içinde, siyasi literatüre geçmeyi hak edecek bir diğer önemli gelişme ise, 27 Nisan 2007 tarihli “e-muhtıra” oldu. Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP, Erbakan’ın iktidardan indirilme gerekçelerini de dikkate alan ve benzer bir akıbeti yaşamamayı gözeten bir siyasi parti olarak gündeme gelmişti. ‘İslamcı’ bir parti olmadıklarını dile getiren Erdoğan, henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadığı süreçte ABD’ye giderek, oradaki etkin düşünce kuruluşları ve ‘Yahudi Lobileri’nin de içinde olduğu bir dizi görüşme yapmış ve basında da bu görüşmeler, Erdoğan’ın iktidara giden yoldaki vize arayışları olarak yorumlanmıştı. TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya grupları tarafından da ‘yenilikçiler’ olarak adlandırılan Erdoğan’ın başını çektiği hareket, 2002 seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkınca, Türkiye’de kendisini ‘Laik Cumhuriyetin teminatı’ olarak gören çevrelerde tedirginlik başladı. Şu an Ergenekon sanığı olarak Silivri Cezaevi’nde bulunan Cumhuriyet Gazetesi’nin eski Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın imzasıyla yayımlanan ‘Genç Subaylar Tedirgin’ başlıklı manşet haber, bu gerçeğin bir ifadesiydi. Daha sonra Ergenekon davasını gündeme getiren gelişmelerin de ortaya koyduğu gibi, bu dönemde değişik isimlerle AKP’yi iktidardan düşürme amacı taşıyan darbe girişimleri tezgahlanmıştı. Sadece ‘genç subayları’ değil, kuvvet komutanı düzeyindeki subaylar, yüksek yargı ve ‘orta sınıfları’ tedirgin eden kilit nokta, AKP’den bir ismin, Türkiye’de laikliğin kalelerinin başındaki makam olarak görülen Çankaya’ya AKP’den bir ismin çıkması ihtimaliydi. “27 Nisan e-muhtırası” bunu ortadan kaldırmak amacıyla gündeme geldi.
Genelkurmay Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısı ile 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23:20’de yaptığı, lâiklikle ilgili açıklamanın bir ‘muhtıra’ niteliği taşıdığında basının farklı kesimleri de mutabık olmuştu. Bildiri internet aracılığıyla verildiği için “e-muhtıra” olarak da adlandırılmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı’nın 12 Nisan tarihinde, yapılacak olan Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yaptığı ve birçok köşe yazarının katıldığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Atatürkçülüğe, laikliğe ve cumhuriyetin temel ilkelerine sözde değil özde bağlı” bir Cumhurbaşkanı adayı profilinin çizildiği “Basın Bilgilendirme Toplantısı”nın ardından yaşanan adaylık sürecinin ve rejim ile ilgili kaygıların değerlendirildiği açıklamada, “adaylık süreci ile 23 Nisan öncesi yurdun birçok yöresinde laiklik karşıtı ve din bezirganlığı olarak nitelendirdikleri olayların gelişiminin vahim derecede olduğu ve bunun rejime meydan okuma olarak değerlendirilmesi gerektiği” yer almış, bununla birlikte TSK’nın yasalar ile kendine düşen görev ve yetkileri kullanmaktan çekinmeyecekleri de dile getirilmişti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt 2009 yılında katıldığı bir TV programında bu internet açıklamasının kendisi tarafından yapıldığını belirtti.
Bu sürecin önemli unsurlarından biri de ‘Cumhuriyet mitingleri’ ile eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun, Cumhurbaşkanlığı seçimi için ‘367’ formülünü ortaya atmış olmasıydı. Cumhuriyet mitingleri, her ne kadar katılanlar için ‘laik yaşam biçiminin tehdit altında olduğu’ gibi bir gerekçe ile hareket etmiş olan önemli bir kitle olsa da, Özden Örnek tarafından hazırlanan ‘darbe günlükleri’nde adı geçen Şener Eruygur gibi isimlerin de bu eylemlerde ön saflarda yer alması, bu sürecin askeri müdahaleyi ‘meşru’ gösterecek ‘kitlesel bir talep ve gerekçe’ olarak örgütlendiğini ortaya koyuyordu.
TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edildi. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan erken seçime gidileceğini açıkladı. Ayrıca, 1973 ve 1980’de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve %78 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti.
ERGENEKON SÜRECİ
Türkiye’de son on yılın en önemli davasını gündeme getiren Ergenekon süreci, ‘darbe girişimi’ gerekçesiyle üst rütbeli askerlere yönelik operasyon ve tutuklamalarla heyecan yaratarak başlayan ve Ergenekon yapılanmasını deşifre eden ilk haberlere imza atan gazeteci Ahmet Şık’ın tutuklanması gibi geniş tepki gören uygulamalarla devam eden, son olarak da, tepkilerin ardından ismi dava ile cisimleşmiş ‘özel yetkili’ Savcı Zekeriya Öz’ün bu görevden alındığı çalkantılı bir sürece sahne oldu. Süreç, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nde kaos ortamı yaratarak askerî darbeye zemin hazırlamak amacı ile suikastlar düzenleyen Ergenekon isimli oluşuma yönelik operasyonlarla başladı.
Varlığı daha önce de konuşulan Ergenekon örgütü, 2007’de başlayan operasyonlar sonrası Türkiye’nin ana gündem maddesi oldu. 86 şüpheli hakkında 25 Temmuz 2008 tarihinde bir kamu davası açıldı. Davada bazı ordu komutanları dahil, çeşitli emekli ve muvazzaf subay ile onların sivil işbirlikçileri olduğu iddia edilen, birçok gazeteci, akademisyen, yeraltı dünyası ismi ve sivil toplum örgütü liderinin; seçimle işbaşına gelen meclis ve hükûmeti devirecek bir askerî darbe planlamak ve Ergenekon adında bir silahlı terör örgütü kurmak suçlamasıyla yargılanıyor. Davanın çıkış kaynağı ise 12 Haziran 2007 Ümraniye’de emekli astsubay Oktay Yıldırım’dan, iki hafta sonra da Eskişehir’de emekli binbaşı Fikret Emek’ten ele geçirilen el bombalarının seri numaralarının 2006 Mayıs ayında Cumhuriyet gazetesi binasına atılan el bombalarıyla örtüşmesi oldu. Bulunan el bombaları üzerine başlayıp genişleyen soruşturma kapsamında kamuoyunun da yakında tanıdığı birçok kişi gözaltına alındı. Dava hakkında hazırlanan iddianame 25 Temmuz 2008’de kabul edildi ve davanın ilk duruşması 20 Ekim 2008 tarihinde Silivri Cezaevi içindeki adliyede yapıldı. ‘Yakamoz’, ‘Ayışığı’, ‘Eldiven’ gibi bir dizi darbe hazırlığı girişiminin gündeme geldiği Ergenekon sürecine, daha sonra da ‘Balyoz darbe planı’ dahil oldu. Danıştay saldırısı davasının da, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 8 Mayıs 2009 tarihinde Ergenekon davasıyla birleştirilmesine karar verildi. Ergenekon davası ilk gündeme geldiğinde, ‘Kontrgerillanın tasfiye edilmesi’, ‘faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması’ talepleri de kamuoyunda yaygın olarak dile getirildi. Ancak, bu talebe yanıt verileceği izlenimi yaratan bir gelişme olarak Güneydoğu’da bir dizi ilde kazı çalışmaları yapılıp, infaz edilerek gömülmüş insan cesetlerine ait kemiklere rastlanılmış olsa da, bu sürecin ilerisine gidilmedi. Ergenekon davası, AKP iktidarına karşı darbe girişiminde bulunanların ‘bertaraf edilmesi’ davasıyla sınırlı kalırken, zaman içinde AKP’ye muhalif isimlerin bu davaya dahil edilmesi gibi gelişmeler, davaya destek veren liberal çevrelerde bile endişelere yol açtı.
Bugün l. Ergenekon Davası ve II. Ergenekon Davası olarak süren davalar, Türkiye’de darbe hazırlığı içinde olduklarına dair ciddi belgeler ortaya konulan generallerin sanık sandalyesine oturtulduğu bir süreç olması dolayısıyla bir önem taşırken, AKP’nin ‘iktidar güvenliği’ ile sınırlı bir rotayı aşamaması gerçekliğiyle de heyecanını yitirmiş bir gündem olarak varlığını sürdürüyor. Ergenekon sürecini yönlendirenler, Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi gazetecilerin gözaltına alınarak tutuklanması üzerine kitlesel gazeteci protestolarını karşılarında buldular. 12 Haziran seçimleri öncesinde AKP’ye yönelik ‘sivil dikta’, ‘kendi Ergenekonunu oluşturma’ gibi eleştirileri güçlendirmiş olan bu uygulamaların ardından, davayı yürüten özel yetkili savcıların bu görevden alınmaları, ‘Acaba bu dava bundan sonra nasıl devam edecek?’ sorusunu da gündeme getirdi. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün, ‘Ergenekon soruşturmaları aynı ciddiyette sürecek’ biçiminde yanıt verdikleri bu sorunun hayattaki karşılığının ne olacağı, önümüzdeki dönemin önemli gündemlerinden birini oluşturuyor.
Türkiye’nin demokrasi tarihi bakımından ise, ‘faili meçhul’ bırakılan siyasi cinayetlerin aydınlatılması, kontrgerilla örgütlenmelerinin dağıtılması ve MGK gibi oluşumların ‘lağvedilmesi’ gibi talepler önemini korumaya devam ediyor.
İllüstrasyon: Orhan Nalın, Cihan Haber Ajansı
YARIN: Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş ile röportaj
evrensel.net
Evrensel'i Takip Et