Havada panik
Yazının başlığı okurların önemli bir bölümüne klasik bir “uçak kazası” filmini hatırlatmıştır. Türkiye’de “Havada Panik” adıyla gösterilen 1997 yapımı “Turbulence” filminde acımasız bir teröristin yolculara yaşattığı dehşet dakikaları ve “kahraman hostes”in uçağı kurta
Merkezinde uçakların ve hava yolculuğunun olduğu söz konusu filmlerde, aslında “uçuş güvenliği” ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “uçuş korkusu” -ticari kaygıyla çekilen bu filmlerin, alışık olduğumuz “heyecan” ve “aksiyon” öğeleriyle “çekici” hale getirilerek- kurgusal olarak izleyiciye sunulmaktadır ve yine aslında böylesi filmlerde temel argüman olarak kullanılan bu korku temasını tetikleyen temel nokta ise havada meydana gelecek bir kazada yolcuların ve mürettebatın kurtulma olasılığının oldukça düşük olması gerçeğidir. Havada yaşanan “beklenmedik bir durum” sonrasında yolcular ve mürettebat, korku ve heyecan dolu dakikalar geçirirler; “adrenalin seviyesi”nin yüksek olduğu bu sahnelerde çeşitli kahramanlar uçağı düşmekten kurtarırlar veya başaramayabilirler de. Ancak izlenen hat genelde “insanüstü” çabanın yoğunluğu üzerinedir -ki zaten THY’de çalışan personelin grev öncesindeki çalışma koşulları incelendiğinde bu tarz filmlerde vurgulanan bu insanüstü çabanın tıpatıp aynısının sahnelendiğini söylemek, abartı sayılmaz, sayılmamalıdır da. Peki ama Hollywood için büyük bir cazibe teşkil eden bu “havada panik” olgusunu yaratan uçuş güvenliği meselesi salt sinematik bir mesele midir? Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı toplumsal üretim biçiminin hakim olduğu koşullarda “insan hayatı pahasına kar hırsı”nın havacılık sektörüne de sirayet etmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğinden hareketle bunun böyle olmadığını söyleyebiliriz –ki istatistiklere göre her ne kadar havayolu taşımacılığı diğer ulaşım yöntemlerine göre çok daha güvenli olsa bile, gerçekleşmiş uçak kazalarının (örtbas edilemeyen) nedenleri böylesi bir tespitin yapılmasını olanaklı kılmaktadır.
CONCORDE HİKAYESİ
Okurun kehanetini haklı çıkaralım sadede gelelim: Geçtiğimiz hafta Hava-İş sendikasının THY’de başlatmış olduğu grev karşısında THY işvereninin (ve ona doğrudan destek veren hükümet ve bir çok medya kuruluşunun) almış olduğu tutum; sendikal hak ve özgürlüklerin kırıntılarına dahi tahammül edilmemesinin maalesef malum olduğu ülkemizde şaşırtıcı bir gelişme olmamıştır ve fakat “grevin başarısızlığı” üzerine yazılı ve görsel basından an be an dökülen kara propagandanın arkasında gizlenen, THY yönetiminin grev kırıcı icraatlarına dair basına yansıyan gelişmeler; Hollywood filmlerini aratmayacak derecede bir dehşetin tetikleyicisi olabilecek durumdadır. Eğitimini henüz tamamlamış stajyerlerin alelacele mezun edilerek uçuşlarda görevlendirilmesi ve bütünüyle deneyimsiz ve çoğu zaman eksik personelle gerçekleştirilen uçuşlar; THY işvereninin, sadece çalışanlarının sağlığını ve güvenliğini hiçe saymadığını “globally yours” dediği yolcularının güvenliğini de ne kadar önemsediğini göstermesi açısından anlam kazanmaktadır.
Uçuş güvenliği deyince yazarın anımsatmak istediği tarihsel bir gelişmeyi vurgulayarak yazımıza devam edelim: İnsanoğlunun “uçma hayali”ni gerçekleştirdikten sonraki en önemli adımı sesten hızlı uçmayı başarmak olmuştu. Bu gelişmeyi yolcu taşımacılığına da adapte etmek amacıyla 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca sürdürülen çalışmaların iki önemli meyvesi 1969’da “görücüye çıkmıştı”. Bahsedilen dönemin “soğuk savaş”ın en çetin dönemi olduğu bilgisini dahil ettiğimizde (o dönem her alandaki casusluk faaliyetlerinin özellikle sanayi casusluğunu da kapsadığı gerçeğiyle) birisi Sovyetler Birliği diğeri de İngiltere-Fransa ortak yapımı olan bu iki uçağın birbirinin tıpatıp aynısı olduğunu da açıklayabiliriz. Peki, neden böylesi bir bilgiyi yeniden hatırlamak gerekmektedir? Şöyle ki Sovyetler Birliği tarafından geliştirilen Tu-144 isimli model, geliştirilmesinden hemen 4 yıl sonra 1973’te Paris Uluslararası Havacılık Fuarı’ndaki uçuşu sırasında düşünce, geliştirici olan Tupolev Tasarım Bürosu’nun tavsiyesiyle (her ne kadar 1960’lardan itibaren sosyalizmi tasfiye eden bir ülke olmasına rağmen) dönemin Sovyet yönetimi tarafından uçuştan kaldırıldı ve “yüksek güvenlik riskleri” içermesi sebebiyle proje de iptal edildi. Oysa “batı yakası”nda durum böyle değildi. İngiltere ve Fransa tarafından yürütülen Concorde projesi, Tu-144 ile hemen hemen aynı güvenlik risklerini taşımasına rağmen geliştirilmeye devam etti ve yaklaşık 30 yıl boyunca da ticari uçuşlarda kullanıldı. Bu süreçte Concorde’lar defalarca kaza tehlikeleri atlattılar ancak yüksek maliyetlerine rağmen daha da yüksek kâr getirilerinden dolayı bu uçuşlar devam etti. 2000 yılında Paris’te kalkış sırasında yaşanan kaza artık Concorde’ların tehlikelerinin gizlenemez olduğunu ortaya çıkarınca bu uçaklar da uçuştan kaldırıldılar. Uzun yıllar bu uçuşları gerçekleştiren British Airways ve Air France’in bu tutumlarını tetikleyen de tartışmasız ki kâr ve daha fazla kar güdüsüydü; ve bu durumu sürdürülebilir kılan da yaşanan ve yaşanması olası kaza tehlikelerinin 2000 yılına kadar ustaca gizlenebilmesiydi.
THY’YE ERİŞEMEDİLER
“Dünyanın en büyük havayolları arasına giren THY” ise bugün çalışanlarının haklı talepleriyle gerçekleştirdiği grevi kırmak için başvurduğu yöntemlerle söz konusu büyük hava yolu şirketlerini dahi geride bırakabilmiştir. Öyle ki ne British Airways ne de Air France -grevlere mani olmak için hemen her işveren tarafından yapılan uygulamaları (mahkemeye başvurma vs.) yapmalarına rağmen- defalarca greve gitmiş olan çalışanlarının grevlerini kırmak için THY’nin geliştirdiği yöntemlere erişememişlerdir. Hükümetin tam desteğini arkasına alan THY yönetiminin bu tutumunun sadece hava iş kolunda çalışanların grev hakkının -yolcularının uçuş güvenliği pahasına- gasp edilmesi amacı taşımadığı; yazılı ve görsel basının kara propagandası eşliğinde bir bütün olarak “grev hakkı”nın itibarsızlaştırılması amacı taşıdığı elbette ortadadır. Ancak ortada olan bir başka önemli mesele de THY’nin (grevin de temel nedeni olan kötü çalışma şartlarına ek olarak) grev kırıcılığında izlediği yolun Hollywood’a yeni korku filmleri malzemesi çıkarma potansiyeli taşıdığıdır. Aslında yazara göre bu durum ve taşıdığı “korku” potansiyeli tam da tersten okunmalıdır. Çünkü böylesi bir pervasızlaşmanın tek bir sebebi olabilir: Havayolu çalışanlarının başarılı bir grevle haklarını elde edebilmesi ihtimali ve bunun diğer işkollarında çalışanlar için de önemli bir örnek olması gerçeğinin yarattığı “panik”…