25 Mayıs 2013 08:37

‘Sizi böyle bilmiyorduk İlkay Hanım, yıkıldık’

Devrim Acaroğlu

İlkay Akkaya’dan rol çaldığımı sanmayın zira 25. yılını ‘Umut’ adındaki yeni albümüyle kucaklayan sanatçı bu defa hüzünlendirmedi. Aşk şarkılarını dinleyip kendisine hayran olan Ülkü Ocakları üyeleri, Nevala Kasaba gibi şarkılarını duyunca hayal kırıklıklarını “Sizi böyle bilmiyorduk İlkay Hanım, yıkıldık” sözleriyle ifade etmişler. Ben de böyle bilmiyordum kendisini, ben de yıkıldım, ama şükür gülmekten…

Müziğe başlamanızdan bu yana 25 yıl geçtiğini görünce çok şaşırdım…

Ben de…

25 yıldır sizi dinliyoruz demektir bu. Yasaklı yıllarda müzik yapmaya başladınız. O yılları soracaktım ki geçenlerde Muğla’da konser salonunun elinizden alındığını duydum. Sondan başlayalım madem...

Geçen cuma gerçekleştirdik o konseri. “Yenicem seni Muğla demiştim” giderken.

Oralısınız zaten değil mi?

Evet, anneannem Milas Ören’li.

Niçin almışlar salonu?

Barış süreci ile ilgili Muğla dışından getirilen sivil faşistler Kürt öğrencilere saldırmış iki gün öncesinde. Şerzan Kurt’un da ölüm yıldönümü yaklaşıyormuş. Bir gerginlik olabilir diye düşünmüş rektörlük, bize yapılan açıklama buydu. Ama bir başkasının konseri olsa bu gerginliği düşünmeyeceklerdi. Şimdi “demokratik çözüm”ü akıl eden zihniyet 25 yıl önce ben demokratik çözüm dediğim için konserlerimi yasaklıyordu. O nedenle bana çok gerçekçi gelmiyor. Benim konserlerim her zaman barışçıl havada, gerçekten dertleşilen bir atmosferde geçiyor, belki de bundan rahatsız oluyorlar.

25 yıl sonraki dinleyici kitlenizi nasıl buluyorsunuz?

Konser profili 18-25 yaşlarında. Ben 24 yaşında başladım sahneye çıkmaya, ilk dinleyicilerimle hemen hemen aynı yaşlardaydık. 25 yıl sonra hala genç insanlar dinliyor. Ben çok memnunum bundan. Anılarımızı, birikimlerimizi paylaşıyoruz, bayağı eğleniyoruz konserlerde.

İlkay Akkaya ismi insanda eğlenceden çok hüznü çağrıştırır oysa…

Söylediğim türküler yeterince kederli olduğu için acıklı değil eğlenceli anılarımı paylaşıyorum. Çünkü yürüdüğüm yol sadece hüzünlü değil, en fena zamanlarda bile hayatı katlanılabilir hale getiren süprizlerle, gülünç hikayelerle karşılaşıyordum.

Kolayca aklınıza gelebilecek bir hikaye var mı, bizle paylaşsanız…

KESK’in yasaklanan eyleminin ardından, ‘96 falandı sanırım. Marş söylüyordu bir arkadaş gözaltında ama bayağı kötüydü sesi. Neyse dedim, ses önemli değil, kalpten söyleyecek herhalde… Fakat ritim duygusu yok, kulak yok, yok yani… Sözleri de bilmiyor üstelik… Korkunç bir şeyin içindeyim, acaba ne kadar sürecek, sus artık diyorum içimden. Polisler geldi, “hanımefendi ne kadar sürecek bu, susun artık” dediler… Arkadaş marş söylediği için uyarıldığını düşünüp daha yüksek sesle söylemeye devam etti.
Polise de yazık sonuçta!

(gülüyor) Zaten polisin marşın içeriği ile ilgilenmediğine eminim. Sonra daha kalabalık geldiler, baktım hırpalayacaklar kızı, ben de başladım şarkıyı söylemeye. Olay birden devrimci bir eyleme dönüştü. Söylediğimi bitirdim, yenisine başladım. Bir yandan söyleyip bir yandan bu eylemi nasıl bitirmeliyim diye düşünürken bir buçuk saat geçmiş. Bayağı solo konser oldu. Sonra koridordan ayak sesleri geldi. Ayak sesleri hücre kapısının önünde durdu, şarkıyı bitirince bana kağıt uzattı polis. Açtım ki…

İstek değildir umarım…

İstek tabii, “Kul olayım kalem tutan ellere” hem de…Bunun gibi hikayeleri anlatıyorum işte konserlerde, sonra yazacağım da belki…
Harika olur, “Ağlattığı yeter, bundan sonra  güldürecek” gibi bir spot olabilir kitabın kapağında...

Ben bir anlatıcı olduğumu düşünüyorum. Başkalarının çok acı hikayelerini anlatıyorum ve anlatırken onlar oluyorum. Ceylan’ın şarkısını söylerken Ceylan, Roboski’yi söylerken oradaki çocuklardan biri... Ve bu çok ağır bir yük... Kendi hayatımı düşününce neredeyse hiç hatırlamıyorum travmalarımı sadece gülünç hikayeler kalıyor aklımda. Mesela, açlık greviyle ilgili bir kadın eyleminde tişört bastırmıştık, “endişeliyiz” yazıyordu. Açlık grevleri 40’ıncı günlere yaklaşınca dedik “endişe” de laf mı, “öfkeliyiz” yazalım. Yeni tişörtlerimizi giyip gittik postaneye. Bu değişimi bilmeyen arkadaşlar “endişeliyiz” tişörtlerini giyip gelmişler. Polis, “Hanımlar bu yaptığınız yasa dışı bir eylem, dağılın, yoksa gözaltına alacağız” anonsu yaptı. Buna uyup giden insanlar oldu. Kenarda polis telsizle konuşuyor; “Amirim, kadınlara dağılın uyarısı yaptık, endişeliler gitti, öfkeliler hala burada” (Aşırı gülüyoruz)

Evet. Eren’in (Keskin) başına gelen bir hikaye var. Yine cezaevi meselesi ama daha eski bu olay, Tünel’deyiz. Elimizde mumlar var, yine barışçıl bir eylem yapıyoruz, yine polis saldırıyor. Bir otobüs var, Eren’i attılar otobüse. Eren baktı arka kapı açık, indi otobüsten. Beni tutan polisin yanındaki Eren’i yakaladı. Benimki “onu bırak, onu aldık” diye bağırdı. (Yüksek sesli gülüyoruz)

Şimdilik en iyisi buydu bence…

Bunlarla dolduruyorum röportajı ama son bir tane daha. Cezmi’yle (Ersöz) YÖK protestosuna gitmiştik. Bizi dernekler masasının odasına götürdüler, bir polis odaya elinde bir tepsi çayla girdi. Cezmi çok sevindi, elini uzattı tepsiye, arkadan bir ses, “oligarşinin çayını içmeyin”. Cezmi çekti elini onu ezmiş olmamak için ama çok bozuldu o çayı içemeyeceğine. En fena duruma ise çay tepsisi elindeki polis  düştü.

Neden ki?

Şöyle dedi çünkü, “vallahi oligarşinin değil ben demledim”. (Bayağı gülüyoruz)

25 yılda bu şarkılarla beraber neler yaşadık diye düşünmeye çalıştım ama işin içinden çıkamadım. Hayatla şarkıları ayıramadım sanırım…

Şarkılar zaten yaşadığın dönemin fon müziği, onun için seviyorsun onları. Yaşadıklarınla birlikte seviyorsun. O olaylar değiştikçe şarkılarla ilişkin değişiyor ya da o şarkıcıyla, hayat zalim...

25 yıl sonra bu şarkıları dinleyenler ne düşünsün istersiniz?

Umarım “insanlar o yıllarda ne kadar barbarmış” derler.  Umarım onlara uzak gelir bu yaşananlar. “O zamanlar vize varmış, sınırlar varmış, yazık” falan derler.


25 yıl sonra dinleyicilerinizin sizinle, sizin müziğinizle kurdukları bağı 25 yıl öncesine göre mukayese ettiğinizde nasıl bir değerlendirme çıkıyor ortaya?

Gerçekten bir aile haline geldiğimizi görüyorum. Genç insanlar, yeni tanıştığım insanlar da onların ailelerinin bir parçası olduğumu hissettiriyor. Çok değerli buluyorum bunu. Bunu da şuna bağlıyorum; onların aileleri dinliyordu beni ve onlar da savaş koşullarında doğmuş çocuklardı. En zor zamanlarda, albümler toplatılırken, konserler yasaklanırken, bütün üretimlerimizden haberdar oldular, sahiplendiler onları. Çünkü birbirimizle dertleşmeye çok ihtiyacımız vardı, sesimizi kimse duymuyordu. Sanıyorum bu duygusal miras geçti onlara.  Gittiğim hemen hemen her konserde bunu hissediyorum. Ama tabii bu kitle dışında da dinleyicilerim var, mesela ülkü ocaklarından… üstelik çok sayıda.

Nasıl ki?

Ahmet Kaya da dinlerler ya. “Lütfen siz politika yapmayın İlkay Hanım” diyor bazıları. Mesela youtube’da sadece Ah Sensiz’i dinlemiş, sanıyor ki sadece o var, Nevala Kasaba’yı duyunca şok geçiriyor. “Biz sizi böyle bilmiyorduk İlkay Hanım, yıkıldık” diyorlar.
“Politika yapmayın ki düşmanımız olmayın” diyor yani…
Mesela Manisa’ya konsere gittim, bana bir çiçek verdiler. Üstündeki kartta İBDA-C yazıyordu, 2002 falandı. Müzik çok değişik, doğrudan kalbe gidiyor, ben sadece aracıyım.
Kişisel olarak neyse de örgüt adına sevmek değişikmiş…
Geçenlerde de iki ayrı örgütün üyesi olarak iddianamede ismim geçti. Biri Devrimci Karargah, diğeri Kolektiften çocuklar, telefon rehberlerinde adım çıkmış. Birilerinde telefonum olmasından normal ne olabilir ki.

Bir şey çıkmadı ama di mi?

Çıkmadı, bana bir şey söyleyen de olmadı. Türkiye burası, uçaktan inersin, havaalanında gözaltına alırlar. Ne oldu? “Uçak kaçıracağınız için ihbar aldık”. Bunun için iki gün karakolda bekledik. Hava korsanı bile dediler. Uçağa son anda yetiştik zaten, az daha kaçırıyorduk.


UMUTSUZUZ AMA UMUT ETMEK İSTİYORUZ

Umut’ta ülkenin son yıllarda  başına gelenler var diyebiliriz değil mi? Roboski, Ceylan, Hrant…

Albümlerimde hep öyle oldu. Benim son yıllardaki tanıklıklarım bunlarmış. Ceylan’ın yaşadığı mezraya gittim, abisiyle tanıştım. Roboski’ye gittim. Bunları yaşadım.

Kabul etmek lazım ki Umut adında bir albümün içini açıp bu şarkılarla karşılaşmak acı bir ironi…

Umut silik bir yazı albüm kapağında zaten. Umutsuzluk da umutla ilgili bir şey ya zaten. Umutsuzuz ama umut etmek istiyoruz. Roboski’yle, Cumartesi Anneleriyle ilgili. Yaparmış gibi yaparak değil gerçekten yaparak umut edebiliriz ama. Duygusal genetik diye bir şey var. Geçmişimizle yüzleşmezsek, onların altından kalkamazsak, bu suçluluk duygusu, bu eziklik, aşağılık kompleksi çocuklarımıza da aktarılacak. Buna izin vermemek lazım.

BU ŞARKILAR ÜLKENİN GAYRİ RESMİ TARİHİ

Şarkılar tarafından politik olarak eğitilen, şarkılardan öğrenen başka ülke var mı acaba?

Şili gibi ülkeler var işte. Viktor Jara gibi örnekler var. Sıcak çatışma yaşanan ülkelerde mücadelenin sanatı doğuyor kaçınılmaz olarak, o da insanları duygusal olarak bir arada tutuyor bence.

Aslında daha çok şarkılar aracılığı ile haberdar olmaktan bahsediyorum. Nevala Kasaba’nın hikayesini Kızılırmak’tan öğrenmem normal mi? Musa Anter adında bir Kürt aydınının olduğunu öğrenmem falan?

Bunları resmi tarihten öğrenme şansınız yok çünkü. Diyarbakır Cezaevi’ni basından mı öğrendik? Nevala Kasaba’da öldürdükleri insanları çöpe attıklarını, köpeklerin ağzında insan kolu görünce anlamışlar. Üniformalı Kasaplar kitabını okumasam benim de haberim olmayacaktı. Musa Anter koca bir ulusu temsil eden bir aydın ama tanıyamıyorsun işte. Bu şarkılar ülkenin gayri resmi tarihi. Ben öyle düşünüyorum.


TUNCAY OLMASA GAZETECİ OLACAKTIM

Tuncay Akdoğan’sız bu yola devam etmek zor olmuş olmalı…

Çok zor oldu. İnsan önce ne olduğu anlamıyor, peşinden sözleşilmiş konserlere gidiyorsun, hayat akıyor bir şekilde...

Son zamanlarında aynı sahneyi paylaşmıyordunuz ama değil mi?

İşin bana en ağır gelen tarafı o oldu. Ölümünden üç gün önce gruba dönmesi kararını almıştık. Kızılırmak’ın son albümünde üç bestesi yer almıştı zaten. Tekrar bir araya gelirken kaybettik.

Tuncay sizi keşfeden insan da aynı zamanda, değil mi?

Tuncay olmasa gazeteciydim şu anda. “Sen şarkı söylemelisin” dedi ve Grup Yorum’a soktu beni. Sonra fark ettim ki, kendimi ifade etmek için en doğru yola yönlendirmiş beni.


HEM ANTALYALISIN HEM VATAN HAİNİ!

Antalyalı olup Kürtçe şarkı söylemenizi yadırgayanlar oluyordur memleket tarafından…

“Bir gün Manavgat’la ilgili bir şeyinizi görmedik, varsa yoksa Kürtler, Ermeniler” diyen çok oldu. Polisler de, “Hem Antalyalısın hem memur çocuğusun, vatan haini” diye daha çok yüklendiler.
Bu kafanın bir de siyasi ifadesi var artık; TC’ciler…
Onların bir kısmıyla koptu bağlarımız. Ama birbirimize değmek zorundayız aslında, çünkü birlikte yaşayacağız. Eskiden solcuların hepsini aynı sanıyorduk ama değilmiş. Biz bir hükümete karşı değil devlete karşı savaşıyorduk, öyle değil miydi? Nerden çıktı T.C? Nerden çıktı devleti sahiplenmek?  Ne farkın kaldı senin MHP’den?