Ekmeği alkış suyu seyirci tiyatro
Tiyatro deyince aklıma; boynuna fularını sarmış, önünde bir fincan kahvesi ve ağzındaki sözcükleri eğerek konuşan entelektüel kişiler geliyordu. Bu yüzden de tiyatro bana uzak, toplumdan kopuk, sadece belirli bir kesimin gittiği etkinlik gibi duruyordu. Oysa şunu anladım ki; siz toplumla ne kadar iç içe olursanız, onları nasıl anlatır
“NEYİ, NASIL, NE ZAMAN ANLADIN BE KARDEŞİM?”
Bana uzak gibi görünen tiyatroyla geçen sene tanıştım. Uluslararası düzeyde hazırlanan bir tiyatro festivaline okulumuz Kayseri İstikbal Lisesi olarak katılalım dedik. İlk hevesimiz kursağımızda kaldı. Dekordu, kostümdü derken hiç bir şeye paramız yetmedi. Bizler de su gibi ezberlenmiş sözlerimizi, repliklerimizi spot ışıklar altında zihinlerimize gömmek zorunda kaldık.
Sadece bir okul etkinliği olarak gördüğüm bu tiyatro festivali bu sene yine adını duyurdu. Kursağımızda kalan hevesimizle, harıl harıl oynayabileceğimiz tiyatro eserlerini inceledik. Yaptık, ettik, aldık, sattık, baktık… bu sözleri bende sevmem ama böyle ilerliyor işte her şey. Neyse sonunda esere karar verdik ‘Can Ateşinde Kanatlar’ (Mevlana).
“Kanat”, “Can”, “Ateş”, “Mevlana” isimleri ilk önce garibimize gitti… Edebiyat öğretmenimiz Uygur Orhan her seferinde bu oyunun çok güzel ve çok etkileyici bir eser olduğundan bahsediyordu. Ama ben hala kitabın ismine anlam verememişken hemen bir tiyatro ekibi oluşturuldu. Okul çıkışlarında bu seçilen öğrenciler okulun konferans salonuna geliyor gırgır şamata birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Anlayacağınız henüz ‘can’dan ‘ateş’ten bir ses seda yok.
Yaklaşık bir ay geçti ve nihayet asıl ‘tiyatro ekibi’ oluşturulmuştu. Ekipteki kişilere roller dağıtılmış onlar da ezbere başlamıştı. Ama herkesin aklında şu vardı ‘Böyle tasavvuf yüklü bir oyun, amaaaan sıkıntıdan patla dur artık’ Bu düşünce nereye kadar gitti bilmiyorum ama yavaş yavaş ekip ruhu oluşuyordu bizlerde. Prova yapacak yer bulamayınca hemen herkes isyana geçiyor, televizyonda gördüğüm fularlı insanlar gibi sanat savunması yapıyordu. En fazla 10 dakikada herkesten birer ikişer lira para topluyor hemen okul çıkışı aç olan karınlarımızı doyuruyorduk. İşte bu ruhla birlikte “Can Ateş’inin ruhu da yavaş yavaş yerleşti. Bana göre tüm sanat eselerlerinin bir ruhu vardır.
“YUNUS EMRE’DEN ZERDÜŞTE, HALLAC-I MANSUR’DAN NESİMİ’YE BİR YOLCULUK!”
Oyunun kadrosuna baktığınızda tarihte önemli yerler edinmiş derin kişiler buluyorsunuz. Enel Hak dediği için ateşe sürülen Hallac-ı Mansur, derisi yüzülen Seyyid Nesimi, ateşe tapan Zerdüşt, aşk ile yoğrulmuş Yunus Emre, Mevlana ve niceleri… Birbirine çok zıt gibi görünen birçok kişi bu oyunda birleşmiş. Oyun boyunca Mevlana güneşi, sevgilisi, canının canı Şems-i Tebrizi’yi aramaktadır. Ben Mevlana rolündeydim ve gerçekten oyun provalarında bazen benim bile kafam karışıyordu. Çünkü Mevlana öğreteni olan Şems-i Tebrizi’yi ararken öyle çatallı yollardan geçip, öylesine kayboluyor ki kafanızın karışmaması mümkün değil. Memorat bir biçimde şiirini okuyan Mevlana rüyasında Şems-i Tebrizi’nin boynunun kesilip bir kuyuya atıldığını görür ve bu derin rüyaya oda girer onu aramaya koyulur. Derdini anlatacak, güneşini, sevgilisini soracak kimse bulamayan Mevlana’nın karşısına ilk olarak Hallac-ı Mansur çıkar.
ZERDÜŞT ELİNİN ATEŞİYLE DEKOR TAŞIYOR
KİTAP da anlatılanlar aynen böyle peki bizler bunu nasıl anlattık? Epey zor oldu bizim için aslına bakarsak. O rüya halini anlatan bir mekân ayarlamak, sesler, kostümler, ruh, ezber derken kimi zaman dinlenecek vakit bulamadık. ’Sen de epey büyüttün, sadece bir okul tiyatrosu.’ diyebilirsiniz şimdi bana ama ister istemez siz de bu kargaşanın içinde oluyorsunuz. Dekor taşınacak, ışıklar ayarlanacak derken… Birde bakmışız Mevlana sırtında cübbesiyle ışıkları ayarlıyor, Zerdüşt elinin ateşiyle dekor taşıyor. Çünkü ilk başta da dediğim gibi eğer kendimize ‘ekip’ diyorsak bütün bunları beraberce yapmak gerekir.
Onca uzak zamandan nice ezel yolcusu teker teker Mevlana’nın karşısına dikilir ve yol gösterir. Ömer Hayyam; “Şems-i’n atıldığı kuyunun dibine git” der. Zümrüdüanka kuşu “Kuyunun dibine değil arzın çekirdeğine gitmelisin Mevlana” der. Arzın çekirdeğinde Zerdüşt ile karşılaşan Mevlana diyardan diyara gezinir durur. Bu yolculukta ona yoldaş olanlar bir gelir bir kaybolurlar. Karşısına divaneler, hafızlar çıksa da bu aşkı anlayan hiç kimse çıkmaz. Çünkü onun aşkı öyle bir aşktı ki artık o bu dünyadan geçmiş, sırlar dünyasında Hak ile bir olmayı istiyordu. Topraktan yaratılan bu beden aşkı nasıl bulacaktı? Bu aşka ulaşmanın elbet bir bedeli vardı. Mevlana yolculuğu boyunca kimi zaman Zerdüşt’ün ateşinde yandı kimi zamanda kuyunun dibinde insan ölüleriyle kala kaldı.
“ŞEMS ŞEMS AŞKULLAH ŞEVKULLAH!”
Nerede kalmıştık…Mevlana yolculuktaydı. Bir de şu var oyunda; Mevlana’nın tüm bu yolculuğu boyunca ona eşlik eden Ayet’ül Sema kuşları var. İsimleri garip değil mi? Ferüdittin Attar’ın Simurg kuşları efsanesinden yararlanılarak bu isim verilmiş olmalı. Mevlana artık ümidini kesmiş, ölümü beklemektedir. Artık sevgiliyi göremeden de olsa canını vermeyi istemektedir. Her canlı bilmek için çabalar; her şeyin, doğanın insanın, tanrının özüne varmaya çabalar. Öze vardığı an ise ölüm anıdır Mevlana’ya göre. İnsanoğlunun en bilgin olduğu an ölüm anıdır. İşte tam bu sırada uzaklardan bir semah ezgisi duyulur ve sahneye Seyyid Nesimi gelir. Seyyid Nesimi elinde bir kap ile ‘Enel Hak’ dediği için yakılan Hallac-ı Mansur’un küllerini getirmiştir. Mevlana’yı oturduğu yerden kaldırır ve yüzünü bu küllerle yıkamasını ister. Mevlana tam külleri almak için Nesimi’nin eline uzanır ve coşkuyla bağırır, “Şems, Şems! Aşkullah! Şevkullah! Şems! Şems!”
Nesimi’nin elinde Şems yazmaktadır. Yani aslında o kişi Nesimi görünümüne bürünmüş Şems’dir. Bir süre sonra Şems her şeyi anlatır. Aslında Mevlana ile yolda yürüyen herkes Şems’in ta kendisidir. Hep onun yanında onunla yürümüş, onu aşk ile test etmiştir, Mevlana’nın verdiği tepkilere, üzüntülere bakmış da onunla bir olmuştur.
Değişik karakterlerle insanın dehlizlerine inen bu eser benim ilk tiyatro oyunum. İlk olduğu için de seyirci karşısında alkışlandığınız o anın heyecanını anlatmak zor. Ama şunu diyebilirim ki bu alkışı parayla bile satın alamazsınız. Çünkü tiyatronun ekmeği alkış, suyu seyircidir. Bu oyunun bana kattığı şey bir tiyatro deneyiminin yanı sıra, kardeşliği ve bölüşmeyi öğretmesidir. Bana uzak duran tiyatronun arkasında meğer neler varmış. Aslında bana o mesafeyi açan şey fularlı kişilerin televizyonlara çıkıp saatlerce süren konuşmalarıymış. Halbuki keskin kurallara gerek yokmuş, doğallığı yakalarsanız, seyirciyle iyi iletişim kurarsanız, o zaman bir şey kalmıyor geriye. İster komedi ister dram tüm oyunlar için geçerli bu bana göre. O doğallığı yakalarsanız, seyirci sizi tamamen benimsiyor ve alkışını kesmiyor. Son olarak da tüm insanlığı, yaşı, ırkı ne olursa olsun sahnelere; o olmasa bile tiyatro koltuklarına davet ediyorum. Tiyatroyu yaşatalım çünkü tiyatrosu olan bir ülkede kötülükler, çirkinlikler, yanlışlıklar sürüp gitmez.
YOLCULUK BİLGELİĞE AŞK YARATAN'A
Oyun Mevlana’nın Hak’a yürümesiyle biter. Son olarak Mevlana der ki; “Öldüğümde beni toprakta aramayınız. Benim mezarım ariflerin gönüllerindedir.”
İşte bu uzun yolculuk bize ve izleyicisine çok şey katıyor. Bir kısım kişilerin Mevlana’yı görmek istedikleri, anlamak istedikleri yerden anlayıp onu benimsemeleri en büyük yanlış bana göre. Mevlana’nın aşk diye tanımladığı şey Şems değildir. Yolculuğu bilgeliğe yapılan yolculuk, aşkı da Tanrının yarattığı yüreğine kendi ışığını koyduğu, insana olan aşkıdır ve bütün çaba yaratana ulaşmak için verilen çabadır.