Direniş, polis müdahaleleri ve yetki meselesi üzerine
Son iki-üç haftadır günlük yaşantımıza yeni biçimler ve kavramlar dahil oldu. Gün içinde “direniş” sözcüğünü kaç kez cümle içinde kullandığımızı sayamayacak haldeyiz. Hepimiz çapulcu, direnişçi, ayyaş olduk. Bununla da yetinmedik, hızlıca ve heyecanla benimsediğimiz yeni kim
Gülşah Kurt
Buraya nasıl geldiğimizi anlatma ve analizini yapma işini diğer sosyal bilim uzmanlarına bırakıyorum. Kendi adıma yalnızca olayların hukuki boyutuna dair tespitlerde bulunacağım ve bu çerçevede müdahale güncesinde ve polis mevzuatında biraz gerilere gideceğim. Ayrıca bir süredir üzerinde çalışılan “ayrıştırma” politikasının eylemcilere değil, bizzat müdahalenin öznesi olan yetkililerin ve polisin “eylemlerine” uygulanmasını önereceğim.
Bu yazının birincil amacı tartışmanın doğru yerden kurulmasına katkı sunmaktır ancak öncelikle gündemi özellikle polis müdahaleleri ve ceza yargılamaları yönünden günden güne artan şiddet üzerinden takip eden bir ceza hukukçusu olarak kişisel gözlemlerimi kısaca aktarmak arzusundayım. Olayların fitilini ateşleyen kuşkusuz Gezi Parkı’nda çadır kurarak dayanışma gösteren ve barışçıl bir şekilde direnen insanlara gaz bombaları ile müdahale edilmesi ve çadırların ateşe verilmesidir. Ancak bunun öncesinde, gözardı edilmemesi gereken bir süreç bulunduğu da bir gerçek. Özellikle 1 Mayıs’tan bu yana Taksim civarında yapılan her türlü gösteri ve yürüyüşe kesintisiz olarak her gün gaz bombası ve tazyikli su ile müdahalede bulunan polis “şiddeti” büyüyen direnişlerin haklı bilinçaltı zeminini oluşturdu. Böylece aslında iktidar ve organlarının talimatı doğrultusunda hareket eden polis, toplumda tersine bir normalleşmeye neden oldu. Yoldan geçerken dahi biber gazına maruz kalabilen bireylerin korku eşiğini aşmalarında bu normalleşmenin etkisini es geçmemek gerek. Haftalar önce Emek Sineması’nın yıkımına karşı protesto yürüyüşü düzenleyen, içinde her gün televizyonlarda izlediğimiz oyuncuların, yaşını başını almış sanatçıların ve dünyaca ünlü sinemacıların bulunduğu gruba uygulanan şiddeti de buna eklemeli. Bu ülkede Kürtler ve solcular başta olmak üzere, toplumda bazı kesimlerin gaz ve tazyikli su ile çok daha eskilere dayanan bir tanışıklığı olduğunu biliyoruz. Ancak bu son süreçte yapılan belki de en yanlış manevralardan biri, devlet şiddetinin, bugüne kadar iktidarın “yasadışı örgüt” ya da “marjinal” olarak tanımladığı ve ötekileştirdiği kitleler ile halkın geri kalanını birleştirecek ölçüde genişletilmesi idi. Şiddetin mağdurları arttıkça çemberin o kadar da dar olmadığı anlaşıldı. Mağdurun durduğu yerden bakabilmek, aynı yerde olunmasa da aynı aygıtın karşısında birlikte direnmeye karşı doğal bir akışa evrildi.
Tartışılan bir dizi mesele içerisinde herhalde üzerinde ilk uzlaşılacak konu müdahalelerin şiddetidir. Yasaya ve hukuka uygunluğu tartışmak için ise biraz mevzuat karıştırmak gerekiyor. Polisin görevlerini ve bu görevleri yerine getireceği koşulları düzenleyen temel mevzuat Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunudur (PVSK). Kanunun 1. maddesi, biz fanilerin gözlerini yaşartacak bir iyi niyetle düzenlenmiştir. Buna göre polisin görevi; “kamu asayişini, şahıs, tasarruf emniyetini ve mesken masuniyetini korumaktır. Polis, halkın ırz, can ve malını muhafaza ve kamunun istirahatını temin eder. Yardım isteyenlerle yardıma muhtaç olan çocuk, hastalıklı, sakat ve acizlere muavenet (yardım) eder …”.
Peki sonra ne oluyor da “halka rağmen halkı koruma” ya da “devleti halktan koruma” noktasına geliniyor diye soracak olursak; bunun cevabını iki ayrı düzlemde değerlendirmemiz gerekir. Otoriter zihniyetin ürünü her yasal düzenlemede olduğu gibi tek taraflı olarak iyi niyet ifade edildikten sonra, polisin bu “zorlu” görevinin ayrıntılarının ve bundan doğan yetkilerinin düzenlendiği kısımlar başlar. Yani PVSK özelinde; yasanın asıl öznesi “devlet”, nesnesi “halk” ya da “kamu”, aracı ise “polis” olur. Diğer düzlemde ise, olaylar, son on yıllık sürede yaşanan siyasal ve hukuki gelişmelerin ardından yasa üzerinde yapılan ameliyatlar ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu nedenle PVSK’nın geçirdiği ufak çaplı estetik operasyonlar ve sonra atılan yumruklarla yeniden eski sert görünümüne kavuşma öyküsünü kısaca özetlemekte yarar var. AB’ye girme yolunda yapılan köklü Anayasa değişikliklerinin ardından “insancıl” amaçlarla 2001’den itibaren çıkarılan uyum yasaları serisiyle PVSK da önemli değişikliklere uğradı. Ancak yapılan değişiklikler zaman içinde bir “güç” kaybı olarak algılanmaya başladı ve teşkilatta giderek artan bir hoşnut olmama hali yarattı. En son polisin basına yansıyan ve zihinlerden kazınmayan “bizden korkan kalmadı” tepkisinin ardından 2007 yılında PVSK’da gerekli korkuyu salabilecek türlü değişiklikler yapıldı. Parklarda içki içen gençlerin böğrüne atılan tekmelerle, Baran Tursun ile başlayan çok sayıda insanın polis terörü mağduru olmasıyla basına yansıyan olaylar serisi işte bu değişikliklerin ardından gerçekleşti. Bir süredir gelip hayatımızın ortasına yerleşen gazlı ve tazyikli sulu polis müdahalelerinin esas dayanağını oluşturan “zor ve silah kullanma yetkisi”nin düzenlendiği 16. madde de 2007 yılında elden geçirilen hükümlerden biridir.
Bu değişimi idrak etmek çok önemli. Çünkü Türkiye’de polisin iktidar ile ilişkisi ve toplumu karşısına alarak toplumsal düzeni sağlamak ya da belki amiyane ancak daha doğru bir ifadeyle “topluma ayar verme” rolü özünde yeni bir şey değil. Ancak 11 yıllık AKP iktidarı döneminde bunun uçlara doğru keskinleşen bir çizgide ilerlemesi ve neredeyse tamamen devlet otoritesini dayatan bir konuma oturtulması yönünden kırılma noktalarından biri 2007 yılındaki PVSK değişiklikleridir. Bu süreçte polisin “zor kullanma” yetkisini tartışmak isterken, bizzat kendisinin artık bir “zor kullanma aracına” dönüştüğünü gözlemlemek mümkün. Bir süredir hükümetin; hukuk dışı niteliğine, aksi yöndeki yargı kararlarına ve halka rağmen hayata geçirmek istediği uygulamaları zorla dayatan bir güç olarak kullanılan bir polis mefhumu ile karşı karşıyayız.
MÜDAHALE YETKİSİNİN OLMADIĞI YERDE “ZOR KULLANMA” YETKİSİNİN AŞILDIĞINDAN SÖZ EDİLEMEZ!
Polisin “zor ve silah kullanma” yetkisini düzenleyen PVSK madde 16 ile ilgili tespitlere girmeden, bu maddenin uygulanması için gerekli zeminin nasıl oluşacağı üzerine bir değerlendirme yapılmalıdır. Gezi parkı direnişi ve devamındaki polis müdahaleleri konusunda genellikle “orantısız güç kullanımı” suçlaması yapılmakta ve tartışma ne yazık ki bu noktadan başlatılmaktadır. Oysa henüz gaz ve toz bulutu oluşmadan önceki aşamaya giderek en başta “zor kullanma yetkisi” için gerekli koşulların bulunup bulunmadığı irdelenmelidir. Bunun için ise önce 1 Mayıs’tan, Taksim’de ve İstanbul Adliyesinde uygulanan yürüyüş ve toplanma yasaklarından gezi parkı direnişine kadar, filmi, polisin müdahale ettiği anlardan biraz daha geriye sararak buralarda bir araya gelen insanların ne yapmak istediklerini anlamaya çalışmalıyız. (Devamı yarın)
*Dr., Galatasaray Üniversitesi.