Dolanlar, Taşanlar...
Yazmak nasıl bir eylemdir? Ya da neden yazma isteği duyar insan? Yoksa ihtiyaç mıdır? Öyle ya da böyle dile getirilmek istenenler bir şekilde dile gelir ve dilden dile dolaşır. Ah bu dolanlar ve taşanlar...
Öylesine yoğun ve öylesine bulanık bir dönemden geçiyoruz ki, gündemi takip etmekte zorlanıyoruz. Peki ya neden? ... Bakın sokaklarda neler oluyor, insanlar neleri haykırıyor, istenen nedir, şikâyet edilen nedir, o nedir, bu nedir...
İktidara geldikleri günden itibaren gerek söylemleriyle gerek yapmaya çalıştıklarıyla insanların gözünü boyamaya çalışanlar ya da kendine “yönetici” sıfatını atfedenler ile karşı karşıyayız. Gün olmuyor ki yeni bir söylemle karşılaşmayalım. Kimi zaman bazılarının çıkarını kamçılayan, çoğu zaman da kendinden olmayanın ya da kendisi gibi düşünmeyenin haklarını gasp eden...
Öncelikle kendilerini destekleyenleri ayırdıkları iki gruba bakalım. İlki rasyonel düşünüp kârımı daha fazla nasıl maximize ederim amacı güdenler. İkincisi dinimiz bizim her şeyimiz, yaşam amacımız o elimizden gitmesin diyenler. Rasyonel amaç güdenlerin niyeti ortada. Sözüm ona liberal bir iktidar ya! Ekonomik anlamda, kazanan (ki bu kazanan her türlü bir zengindir nihayetinde!) daha fazla kazanacak, yani kârını elinden geldiğince maximize ederek büyüyecek. Ya diğerleri? Onlar belki hep “öteki” oldular değil mi? Diğer gruba baktığımızda yine bir sömürünün söz konusu olduğunu görüyoruz. Dini duygularını sömürdükleri, çoğu feodal yapılardan kopamamış insanlar. Peki ya diğerleri? Aleviler, Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Süryaniler... Onlar sen, onlar ben olduk!!! Ama dolduk, ama taştık...
ŞAŞTIK VALLA!
Son bir kaç yılda olanlara ne demeli, neresinden alıp tartmalı? Kadrolaşmayı mükemmel başarabilen bir iktidara tanık olduğumuza mı şaşmalı, Platon’un idealar dünyasında bile olmayan çılgın projelerine mi şaşmalı, her gün o da olsun bu da olsun, ya da onu da satalım bunu da satalım, o da benim bu da benim kararlarına/yasalarına mı şaşmalı? Yüzde elli benim, “ben” ise, her şeyim demelerine mi şaşmalı, kamu malını hükümet malı gibi kullanmasına mı şaşmalı? Kadınları pasifize ederek nasıl köleleştirmeye çalıştıklarına mı, üniversite mezunlarını nasıl işsiz bıraktıklarına mı? İşçileri nasıl sömürerek, kötü şartlar altında çalıştırıp öldürdüklerine mi? Kendi gibi düşünmeyeni nasıl keyfi gözaltlarına aldığına mı şaşmalı, tecavüzü nerdeyse meşru kılıp her gün artan tecavüzlere mi? Daha on yaşlarındaki çocuklara toplu tecavüzlere mi, kadının kadınlığı üzerinde oynanan oyunlara mı? Yediğimize içtiğimize karışılmasına mı, yaşam şekillerimize ve tercihlerimize karışılmasına mı? Ülkeyi satmalarına mı şaşmalı, biraz da olsa nefes almaya çalıştığımız parklarımızı ortadan kaldırarak daha ne kadar rant elde edebilirim dertlerine mi şaşmalı? Şaştık valla!!! Ve şaşılacak daha o kadar şey var ki...
Son aylarda olanlar: Kutlanmasına izin verilmeyen 1 Mayıs, masum insanların öldürüldüğü Reyhanlı, Gezi Parkı’nda ve sonrasında yaşananlar.
Taksim’ in 1 Mayıs alanı olduğunu anlamak istememek, halkın isteklerini ve hak taleplerini göz ardı etmek demek, tarihe sünger çekmek demek, sizi göz kırpmadan öldürürüz demek, siz de kim oluyorsunuz demek! Reyhanlı demek, insanlık suçu demek!!! Gezi Parkı demek, oynanan oyunlar demek, rant kavgaları demek, yandaşlarına peşkeş çekmek demek, sattım olacak demek, nefes almayın demek, yaşamayın demek, benim aldığım kararlara nasıl olur da itiraz edersiniz demek, ben herkesten yüceyim ve yüce düşünürüm demek ve gerekirse çocuk bile dinlemeden öldürürüm demek!!
DÖNÜM NOKTASI
Gezi Parkı önemli bir dönüm noktası oldu hepimiz için, bir aydınlanma... Bir şeylerin gösterilmeye çalışıldığı gibi olmadığı, gösterilmeye çalışılanlar ile yaşananlar arasında uçurumlar olduğunu gördük. Kimimiz deneyim kazandık, kimimiz ise tecrübe biriktirdik ve en önemlisi de bir şeylerin değişebileceğini gördük. Kim bilir belki de “devrim”in provasını yaptık, olamaz mı? Tarih, buna benzer birçok örnekle dolu. Çok büyük halk hareketlerinin bazen küçücük bir kıvılcımdan kaynaklandığını biliyoruz.
Her şeyden önce birlik olma ve birlikte hareket edebilmenin gerekliliğinin yeniden ön plana çıktığını gördük. Sistemi yeniden ve yeniden sorgulamaya başladık ve haklarımızın birilerinin keyfine göre gasp edilemeyeceğini göstermeye çalıştık. Biz “insan”ız dedik, yaşamak istiyoruz dedik, biz kadınız dedik bedenimiz üzerinde bizden başkası hüküm kılamaz dedik, birilerinin bedenlerimiz üzerinde hak iddia edemeyeceğini haykırdık, aynı çalışma koşulları içerisinde erkek ve kadın ayrımına dayalı emek-gelir farklılıkları olmaması gerektiğini haykırdık. İşçi olduğumuzu haykırdık, haklı taleplerimizi dile getirdik. Öğrenciyiz dedik, eğitimin en temel hak olduğunu ve parasız olması gerektiğini anlatmaya çalıştık. İstihdam yaratılarak, herkese çalışma imkânı yaratılması gerektiğini haykırdık.
Biz Aleviyiz dedik, kültürümüze, inançlarımıza ve değerlerimize saygı duyulsun istedik. Biz Kürt’ üz dedik, ölmek istemiyoruz, barış olsun dedik. Biz Ermeniyiz dedik, biz insanız dedik, biz halkız dedik, biz çocuğuz dedik, biz ağacız dedik. Biz dedikçe dedik... Siz; ötekileştirdiniz, sömürdünüz, ezdiniz, yok saydınız, değerlerimizle alay ettiniz, haklarımızın ırzına geçtiğiniz gibi küçücük çocuklarımızın bile ırzına geçtiniz, astınız, sattınız, öldürdünüz. Her şeye rağmen ölmedik, doğru bildiklerimizden, değerlerimizden ve kendimizden ödün vermedik ve önünüzde diz çökmedik! Çoğalıyoruz, çoğaldıkça güzel oluyoruz... Siz öldürdüğünüzü sanıyorsunuz sadece, oysa yeniden hayat buluyoruz... Mehmet oluyoruz, Ethem oluyoruz, Abdullah oluyoruz, Ali oluyoruz, Hrant oluyoruz, Deniz oluyoruz, Reyhanlı oluyoruz, Uludere oluyoruz, Madımak oluyoruz, Dersim oluyoruz...
Haykırıyoruz...
Evrensel'i Takip Et