Bir kez daha eşitlik üzerine
Ülkemiz dahil Avrupa’nın bugünkü hukuk sisteminin temelini atan köleci Roma İmparatorluğu’nda İ.S. 4. yüzyılın sonundan itibaren kadınlar üzerindeki vesayet kaldırıldı. Kadınlar vasi denilen yasal temsilcinin varlığı ve denetimi olmaksızın hukuki işlemler yapar hale geldiler. 17 yüzyıl sonra bugün pek çok ülkede k
Ülkemiz dahil Avrupa’nın bugünkü hukuk sisteminin temelini atan köleci Roma İmparatorluğu’nda İ.S. 4. yüzyılın sonundan itibaren kadınlar üzerindeki vesayet kaldırıldı. Kadınlar vasi denilen yasal temsilcinin varlığı ve denetimi olmaksızın hukuki işlemler yapar hale geldiler. 17 yüzyıl sonra bugün pek çok ülkede kadınlar üzerinde hukuken vesayet olmasa da fiilen ve değişen yer ve oranlarda vesayetin sürdüğünü söylemek yanlış mıdır?
Anayasa adı verilen, bazen fırlatıldığında ekonomik krize yol açan, sıkça darbelerle yok sayılan kitapçık, tarih sahnesine iktidarı sınırlayan bir metin olarak çıkmıştır. Roma İmparatorluğu’nda IV. yüzyıl sonunda kadınlar üzerindeki vesayet kalkmıştı ama hükümdarın yetki ve iktidarı sınırsızdı ve tartışılmazdı. 1215’te İngiltere’de bir ayaklanma sonucunda Magna Carta adı verilen bir çeşit anayasa ile ilk kez kralın sınırsız ve sonsuz olan iktidarı sınırlandı.
Anayasalar; kısıtlamalar, baskılar, ayaklanmalar, mücadeleler, yeniden kazanılan haklar olmak üzere egemenler ve halkların karşılıklı mücadele ve güçlerinin belirlediği dönemsel bir uzlaşmayı ifade ederler. Halklar her zaman hak ve özgürlüğün en fazlasını almak, egemenler de en azını vermek ister.
Anayasa hocası Tarık Zafer Tunaya Paris’te Fransız Devrimi’ne ilişkin eşya ve belgelerin bulunduğu müzede gördüğü küçük bir kitabın (Fransa'nın ilk yazılı anayasası olan 1791 Anayasası’nın) üzerinde yazılı cümleyi aktarır: “İnsan derisi ile kaplanmıştır.”
İnsan Hakları dediğimiz hak ve özgürlüklerin kaynağı da işte bu “insan derisi ile kaplanmış” küçük kitapçıktır.
AYRIMCI ZİHNİYETUzunca bir süredir bir hızlanıp bir yavaşlayan yeni anayasa taslağı çalışması uzlaşılan maddeler ile ilerliyor gibi görünüyor. Anayasa’da eşitlik maddesi taslağı üzerinde Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndaki tartışmalarda “Hiç kimse, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep, etnik köken ve diğer sebeplerle ayırımcılığa tabi tutulamaz” hükmüne “cinsel yönelimi (nedeniyle)” ibaresinin eklenmesinde uzlaşılamadı. Bilindiği gibi cinsel yönelim sözü, gay, lezbiyen, biseksüel ve transseksüel eğilimi olanları ifade ediyor. Kadınlık ve erkeklik dışındaki cinsel yönelimleri görmezden, bilmezden ve duymazdan gelmek, günümüzün dindar ve Türk oğlu/kızı Türk nesiller yetiştirmek emelindeki politikacılarımızın meşrebine uygun düşüyor. Gay, lezbiyen, biseksüel ve transseksüel eğilimde insanların da ayrımcılık görmeme hakları olduğunu hukuken kabul etmekten kaçınıyorlar. Çünkü o eğilimleri sadece küfür olarak algılıyorlar. Bu algının mantıksal devamı da küfür sayılan bir cinsel eğilime sahip olanların ayrımcılığa uğramasının doğal olduğu zihniyeti. İşte bu zihniyet aslında bütün (kendisinden) farklı olanları insan saymamaya kadar genişleyen ırkçılığın bir türüdür. Homofobi olarak adlandırılan bu zihniyet ve tutum, sadece bizim ülkemize özgü bir durum da değildir. Af Örgütü’nün bildirdiğine göre 70 ülkede eşcinsellere zulmedilmektedir ve sekiz ülkede eşcinsellere idam cezası verilmektedir. Eşcinsellerin ve transseksüellerin zulüm gördüğü ülkelerden biri de Türkiye’dir. Yıllardır onlara uygulanan sosyal dışlamayı, ev baskınlarını, yıldırmayı, özel ve sistemli işkenceyi hatırlıyoruz. Daha Temmuz ayı içinde İzmir’de ve Beyoğlu’nda iki transseksüelin öldürüldüğünü biliyoruz.
İLERLEME Mİ?
Bu hal ve koşullar altında “cinsiyet eğilimleri nedeniyle” ayrımcılık yapılamayacağı konusunun Anayasa’nın eşitlik maddesinde olmasa da bu maddenin gerekçesinde yer alabilmesini bir ilerleme sayabilir miyiz? Kadın, çocuk, yaşlı, engelli, Kürt, Ermeni, Rum, Roman, Yahudi, Alevi, Süryani, vb. vb. sayısal olarak az veya fiziksel olarak daha zayıf olmak veya çoğunluktan farklı olmak gibi ‘talihsiz’ (!) bir varoluş sebebiyle yaşadığını ve insan olduğunu her vesileyle kanıtlamak zorunda kalan sistem içindeki onca dezavantajlıya bakınca belki bir ilerleme sayılabilir.
Ama insanlığın ‘uygar’ sayıldığı uzun bir zamana ve mücadelelere bakınca egemenlerin insanlık değerlerini geriletme ve yok etme konusunda nasıl ustalıklı bir direniş içinde olduğunu da görebiliriz.
Halklar, toplumlar egemenlerine karşı özgürlük mücadelesinde atılım yaptıkça uygarlığın tekerleği ileriye doğru döndü. Örgütsüz, bilinçsiz, haklarına ve değerlerine yabancılaşmış, amaçsız bırakılmış olduğu ölçüde insanlık dışı ilişki biçimlerine sokulmaya, boyun eğmeye, köleleşmeye zorlandı. Aksi takdirde Suriye’de kendi insan kardeşini vahşi hayvanlar gibi paramparça edebilen bir insan türünü nasıl açıklayabiliriz? Ülkemizde eşlerini sevgililerini, yakınları olan kadınları baltayla parçalayan, iple işkence ederek boğan bugünün ‘çağdaş’ insanlarını tarihin hangi aşamasına koyabiliriz?
Bütün bu gündelik ve sıradanlaşmış şiddet-vahşet sarmalı ile kadınların kamusal alanda evde sokakta eşitlik olanağından sürekli uzaklaştırılması arasında doğrudan bir bağ olduğu açık değil mi?
DAHA İLERİ BİR MÜCADELE
Kadının giyimi, hamileliği, doğurması, örtünmesi, açılması gibi doğrudan kendi şahsını ilgilendiren konularda üç günde bir hükümetin tepesinden fetva verilmesi onu vesayet ve dört duvar arasına kapatmak gayretinden başka nedir ki? Zaten eşitlik maddesinde yapılan değişikliğin türbana anayasal vizeden başka pratik bir sonuç vermeyeceğini yaşayarak göreceğiz. Anayasa’ya “eşittir” demekle eşit olunamadığını deneyimlerimizle biliyoruz. İktidar ne zaman ilerleme, demokrasi, hak, özgürlük konusunda bir adım attığını ilan ederse telaffuz ettiği vaat ve sözlerin, artan bir hızla aksini yapıyor. Anayasa’daki eşitlik konusunun da aynı yazgıyı paylaşacağından adeta eminiz. Çünkü, eşitliği pratik yaşamın zorunlu işleyişi haline getirecek hiçbir kurumsal, sosyal, siyasal mekanizma öngörülmüyor. Kota vb. önlemlerin uygulamasının altından nasıl bir çapanoğlu çıkacağını merakla beklemekteyiz.
İçerde ve dışarıda şiddet histerisine kapılmış olan, her alanda ayrımcılığın, düşmanlaştırmanın dik alasını göstere göstere yapan iktidarın, saplantılı olduğu kadın eşitliği konusunda genel gidişinin tersine bir uygulama içinde olması düşünülemez. Hatta hiç de güven telkin etmeyen uygulamalarına bakıldığında bir anayasa değişikliği yapacağı dahi şüphelidir. Zaman kazanmak, hak ve özgürlük dağıtıyor görünmek, seçimlere kadar demokratiklik iddiasına kendi %50’sinin bile olsa inancını ayakta tutmak hükümet için hedeflenen kazançtır. Gerisini çoktan gözden çıkarmıştır!
Yani, görünen odur ki, kadın- erkek eşitliği, ayrımcılık yasağı, ayrımsız ve güvence taşıyan haklar ve özgürlükler yine ona ihtiyacı olanlardan bugünkünden daha ileri, daha kitlesel, daha kararlı ve azimli, daha bilinçli mücadeleler beklemektedir. 1791 Fransız Anayasası’nın “insan derisiyle kaplı” olması boşuna değil!