Halka karşı yazılan iktidarın destanı
Sinem Uğurlu / Mithat Fabian Sözmen
Polis şiddetinin Gezi direnişinin önemli katalizörlerinden biri olduğu sır değil. Tıpkı Gezi’deki öfkeyi besleyen diğer etmenler gibi polis şiddeti ve baskısı da esas itibariyle AKP hükümetinin, devletin varlığının bir yansıması olarak yaşama müdahale etti, ediyor.
Söz konusu baskı 31 Mayıs’ta başlamadı elbet, öncesi bir yana yalnızca Mayıs ayına odaklansak dahi, 1 Mayıs’la başlayan bir olağanüstü halden bahsedebiliriz.
Taksim’de sözde güvenlik adına (Meşhur çukurları hatırlarsınız) 1 Mayıs’ı engellemek için başlatılan yasaklar, Taksim Meydanı’ndaki her türlü toplanmayı, basın açıklamasını yasaklayan ve gaza boğan bir raddeye erişmişti.
Meydan’ın ve Gezi Parkı’nın bir anlamda halk tarafından “fethi” tüm bu atmosferi yerle bir etmesi açısından da önemliydi.
Taksim’in “özgürleştirildiği” günlerde halk, devlete “Geçtim mitingi, basın açıklaması bile yaptırmadığın alana artık giremiyorsun” diyerek tarihi bir ders vermişti.
ŞİDDET VE BASKININ MEŞRULAŞTIRILMASI
Ancak bu noktada devreye kocaman kibriyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan girdi. Halkın verdiği ders reddedildi. Yurdun dört bir yanında talepleri ve öfkesiyle sokağa çıkan milyonlara karşı kapsamlı bir anti-propaganda faaliyeti başlatıldı.
AKP tabanında oluşabilecek çatlakları önlemeyi hedefleyen ve tarafları kutuplaştıran bu faaliyetin iki kritik ayağı vardı: a) Dış güçlerin oyuncağı olarak Geziciler. b) Din düşmanı ve darbeci olarak Geziciler.
Sivillere yönelik anlamsız seviyedeki gaz bombası kullanımını, insan ölümlerini kimseye anlatamazsınız. Kısmen anlatabilmeniz için böylesi bir şeytanlaştırmaya ve düşmanlığa ihtiyacınız vardır.
Haziran direnişine karşı bu sağlandı ve polis şiddeti de tam gaz yoluna devam etti.
Polis, “Dış güçlerin ülkemize karşı oynadığı oyunun din düşmanı ve darbeci çapulcuları”na karşı Erdoğan’ın deyimiyle “destan yazdı.”
ŞİDDETİN BARUTU: YALAN
Erdoğan, Gezi direnişine karşı düzenlediği karşı mitinglerde polisi ağzından düşürmedi. Yalana başvurmaktan çekinmeyerek polis saldırılarını, baskısını ve ölümleri meşrulaştırdı.
TBMM’de “Biber gazı sıkmak polisin en doğal hakkıdır. Kalkıp da kurşun attı mı, silah kullandı mı? Yok. Şiddet uygulayan teröristler, isyancılardır” derken Ethem Sarısülük’ün Ankara’da polis kurşunuyla öldürüldüğünden habersiz değildi.
Adana’da “Bir başkomiserimizi şehit ettiler. Polisimizi bunlara yedirmeyeceğiz” derken Komiser Mustafa Sarı’nın öldürülmediğini, alt geçit inşaatından düşerek yaşamını yitirdiğini biliyordu.
Katıldığı iftarda “Türkiye’de 4 kişi polise şiddet uygularken öldü” derken de ne yaptığının, ne söylediğinin gayet farkındaydı.
Liste sonsuza kadar uzayabilir ancak gerçek olan bu ülkede polisin her türlü şiddetinin meşrulaştırıldığı, en haksız ve gaddar uygulamaların “destan” adıyla övüldüğüdür. Bu, Gezi’yle başlamamış, ancak Gezi’yle birlikte yeni bir aşamaya taşınmıştır.
Biliyoruz ki, tarih yazımı tarafsız değildir. Haziran direnişinden bu yana bizim gördüğümüz destanla, iktidarın gördüğü destanın arasındaki fark da buradan geliyor.
GÖZÜNÜ ÇIKARDILAR ATEŞE ATTILAR
Erdoğan’ın “destanı”nın en vahşi örneklerinden biri... Sancaktepe’de servis şoförü Hakan Yaman, eylemlere katılmadığı halde evine giderken, beş polis tarafından feci şekilde dövüldü. Yaman’ın sol gözü sert bir cisimle çıkarıldıktan sonra ateşin üzerine atıldı. Polisler, Yaman’ı öldü sanarak, oracıkta bıraktı. Polisler bölgeden uzaklaşınca yaralı Hakan Yaman çevredekilerin yardımıyla ilk olarak Sancaktepe Bölge Hastanesi’ne götürüldü. Yaman, olay anına dair çekilmiş amatör video kaydı ve fotoğraflarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulundu.
HEM CANINA HEM MALINA KASTETTİLER
Hükümetin her şeye rağmen polisin sırtını sıvazlamasının sonuçları nereye kadar varabilir? Evrensel’in 28 Haziran tarihli haberi bu konuda ürkütücü bir gerçeği ortaya koyuyor. Polis müdahalesi sırasında Osmanbey’de bir iş hanına sığınanların başına gelenleri aktaran habere göre polis hem dövüyor, hem de darp anında aldığı cep telefonunu cebe indiriyor! Güvenlik kamerasının da kaydettiği görüntüler hakkında konuşan Murat Dilberoğlu, polisin kendilerini dövdükten sonra bıraktığını, ancak telefonunu geri vermediğini anlatıyor.
2012’DE 47 YARGISIZ İNFAZ, 2013’TE DEVAM EDEN TREND
Türkiye’de polis şiddetinin köklü bir geçmişinin olduğu biliniyor. Ancak AKP döneminin de buna kattığı özgün yanlar var. AKP’nin iktidar olduğu 2002’den bu yana bunu Kürt illerinde sıklıkla gördük. Jandarma ve asker gücüyle de desteklenen bu şiddet sarmalının son kurbanı 28 Haziran 2013’te Lice’deki karakol protestosunda jandarma kurşunuyla öldürülen 19 yaşındaki Medeni Yıldırım oldu. Yıldırım, yurt çapındaki Haziran direnişinin kayıplarından biri olmakla beraber bu genel şiddet ortamının da sembollerinden biri oldu.
İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) ‘Yaşam Hakkı İhlalleri’ raporuna göre 2012 yılında 47 kişi polis, jandarma, köy korucusu ya da özel güvenlik görevlileri tarafından öldürüldü. 73 kişi cezaevlerinde, 10 kişi gözaltında yaşamını yitirdi. Şiddet ortamının bir başka yansıması olarak da 69 şüpheli asker ve polis intiharı yaşandı.
GEZİ’NİN BİLANÇOSU
Türk Tabipleri Birliği’nin tabip odaları ve hekimlerden 13 ilde derlediği bilgilere göre oluşturulan bu bilançonun üzerine yeni, vahim vakalar da eklendi. Antakya’da Ahmet Atakan’ın ölümü bu gelişmelerden biri olurken yaralı sayısının da arttığı muhakkak, ancak TTB’nin eylemlerin en yoğun olduğu 31 Mayıs-15 Haziran arası derlediği bu rakamlar da yaşananları yeterince özetliyor.
TOPLAM YARALI: 8163
AĞIR YARALI: 63
KAFA TRAVMASI: 106
GÖZ KAYBI: 11
ÖLÜM: 5
Evrensel'i Takip Et