21 Eylül 2013 18:54

Ağlanacak Koza’da gülmek

Hayatını sinema yapmaya adayan bir genç adamın geçirdiği göz rahatsızlığı nedeniyle kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması, pek gülünecek bir şey değil. Ama tedavi sürecinin zorluklarına yabancılaşarak çizdiği komik manzara, Gözümün Nuru’nu bile bol ironi ve mizah dolu bir film haline getiriyor. Bu son fi

Ağlanacak Koza’da gülmek
Paylaş
Çağdaş Günerbüyük

Dün belli olan ödüller için yapılan tahmin ve tartışmalar yine de, daha çok “eski” sayılacak filmler üzerinde durdu. Nisan’da İstanbul Film Festivali’nde ilk gösterimlerini yapan Köksüz, Yozgat Blues, Hayatboyu, Soğuk, gösterime giren Jîn, Eve Dönüş: Sarıkamış 1915, büyük ödüllere daha yakın filmler olarak adı geçenler arasındaydı. Yeni filmlerden Daire, Gözümün Nuru ve diğerlerinin ödül ihtimalleri ise sürpriz olarak değerlendiriliyordu.

TAŞRADA DENEMELER

Eski sayılmayı daha çok hak eden, mesela hamasetle seyirciye tutunmaya çalışan filmlerin varlığı aslında. Koza’daki örnekleri, bir ders kitabı anlatımı tutturan Çanakkale Yolun Sonu ya da köy enstitülerinin eğitim-cehalet ikiliğine müsamere edasıyla yaklaşan Yarım Kalan Mucize idi. Yenilik adına ise tarihi bir olayı, ilginç bir gerilim atmosferinin arkasına yerleştiren Eve Dönüş: Sarıkamış 1915’in adını anmak gerek.

Köksüz ya da Soğuk gibi, İzmir ve Kars gibi şehirlerden hüzün taşıyan filmlerin yanı sıra, kara mizahın öne çıktığı filmler dikkat çekiciydi. Özellikle taşrayı mekan olarak kullanan filmlerin böyle bir üslup tercih etmesi ilginçti. Önceki yıllarda, hele de festivallerde taşra filmlerinin durağan ve bunalımlı anlatımı daha baskındı, bilindiği gibi. Belki de Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da’sından sonra bu kez ironi eğiliminin güçlendiği, Altın Koza filmlerinde görünür oldu. Gözümün Nuru Fransa’da başlayan bir İstanbullu gencin hastalığını, salona bitmeyen kahkahalar attırarak anlatan bir filmdi. Onunla aynı gün seyirci karşısına çıkan Lal ve Daire’nin ise daha az oturmuş bir ironik üslubu ve açıkça taşra ruhu belirgindi.

Semir Aslanyürek Lal’da Yılmaz Güney’i bulmaya Adana’ya doğru yola çıkan ve başlarına çeşitli dertler açılan iki arkadaşın, sonunda politik sebeplerle yollarının kesilmesini konu etmişti. Yönetmenin daha da geliştirdiği sade anlatımı bu yol hikayesini derleyip toparlıyordu. Başta oyunculuklar olmak üzere aksayan yanlarına, abartılı naifliğine rağmen, üstüne konuşmaya değer bir sonuç ortaya çıkmıştı.

BUNALIMDAN İRONİYE

Atıl İnaç’ın Daire’si, Zincirbozan ve Büyük Oyun gibi politik filmlerle bilinen yönetmen, bu kez baba ocağına dönen bir felsefe hocası ile tiyatrosu kapatılan çocuklu bir kadının talihsizliklere rağmen ayakta kalma çabalarıyla ilgileniyordu. Burada da egemen olan “güleriz ağlanacak halimize” ruhu, fazlalık hissettiren unsurlarına ve uzatılmış esprileri ile birlikte yine de derli toplu bir şekilde hissedilebildi. Hem çok ciddiye aldığı bolca özlü sözü, hem en büyük felaketi bile atlatmayı beceren bilgeliği karışık bir duygu durumu ortaya çıkarsa da kara mizahı seyircinin aklında bıraktı.

Bunlara önümüzdeki aylarda gösterime girmesi beklenen Yozgat Blues da, bir başka taşra kara mizahı filmi olarak eklenebilir. Hangi karakterin hikayesi olarak ilerlediğine karar vermekte güçlük çeken film, bir Orta Anadolu şehrinde sanat yapıp hayatta kalmaya çalışan kahramanlarıyla, eğlenceli bir seyir vaat eden bir başka yönetmenlik örneğiydi.

Görünüşe göre, taşrayı bir mekan olarak kullandığının altını çizen, büyükşehirden gelen ya da bir yerlere gitmeye çalışan karakterlerinin sıkışmışlığının üzerinde duran filmlerin, üslubunun bunalımdan ironiye doğru daha da çok kayması beklenebilir. Ötekinin daha “kolay” olması onu geçmiş yıllarda daha çok takip edilen bir yol haline getirmiş olduğu, bu çok da yerine oturmayan denemelerle de anlaşılıyor. Başarıyla uygulandığı ölçüde de çok daha verimli bir alan olduğunu görmek mümkün olacak. (Adana/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Sahi neden öldürülmüşlerdi?

SONRAKİ HABER

Ordu, işçi eylemlerini tehdit olarak görüyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa