Lokum, Korkum...
Adı Gül’dü. Annesi Kumru, ona bu adı taktı. Adı gibi, bir ihtimal bahtı da, güzel olur sandı. Kadın programlarından gördüğü kadarıyla, evrene olumlu mesaj göndermekti bu. Anasına yoldaş sırdaş olacaktı Gül. Kumru Hatun kocası Rahmi Bey’e söylenemeyeceği için, Gül’e nazı geçecekti, ona oflayıp puflayacaktı. Karşılıklı analıkızlı iki kelam edip, erkeklerin alayına söveceklerdi. Sonra soğan kavurma telaşı, gelsin evin erkeği…
Ebru DAĞDELEN*
Psikolog
Adı Gül’dü. Annesi Kumru, ona bu adı taktı. Adı gibi, bir ihtimal bahtı da, güzel olur sandı. Kadın programlarından gördüğü kadarıyla, evrene olumlu mesaj göndermekti bu. Anasına yoldaş sırdaş olacaktı Gül. Kumru Hatun kocası Rahmi Bey’e söylenemeyeceği için, Gül’e nazı geçecekti, ona oflayıp puflayacaktı. Karşılıklı analıkızlı iki kelam edip, erkeklerin alayına söveceklerdi. Sonra soğan kavurma telaşı, gelsin evin erkeği…
Gel zaman git zaman derken mutfak camının buharlaşan camına kafasını yaslayıp, çorbasını karıştıran Gül, babasından biraz daha genç o adamı bekliyordu. Hatırlıyordu bu amcayı, şu anki halinden biraz daha çocukken görmüştü. Ona ilk oyuncağını hediye eden, arkasından yüksek sesle “bir daha gel” diye çıngar kopardığı adamı. Evren sesini duymuştu. O amca yine geldi, elinde oyuncak yoktu belki ama bir kutu lokum vardı. Lokumları yerken, annesi karşısında hüngür hüngür ağlıyordu. Şimdi anlıyordu; annesinin neden ağladığını, bir kutu lokumla gelen müstakbel eşini, gelinliği, emanet kadınlığı…
En son yediği lokum müstakbel koca amcanın lokumuydu. Ne zaman lokum yese kötü bir şey olacağı hissine kapılırdı. Belki o lokumu yemeseydi böyle olmayacaktı. İsyan etti; lokuma, çocukluğunu bir kutu lokum, üç beş parça beyaz eşya ile takas eden babasına, arkasından çocuk aklıyla “bir daha gel” diye ağladığı o yağmurlu güne…
Hep çocuk uyuttu aklının bir köşesinde. Kocasını işe uğurlar uğurlamaz aklının bir kenarında uyuttuğu munzur çocuğu salardı ortalığa. Yakışıklı bir prens hayal ederdi oyuncak bebeğinin yanında. Her seferinde işten eve gelen kocasının poşetlerinde arardı o yakışıklı prensi. Bir demet maydanoz, bir adet limon, ekşitse de ağzının tadını, umut etti hep bir gün pamuk şekeri… Umut ederken oluvermişti Umut bebek. Belki pamuk şekeri yoktu ama bir oyun arkadaşı olmuştu. Oğlu Umut’un ablası olacak yaşta anası oluvermişti.
Oyun oynamaya fırsat kalmadan yeni umudunun telaşı, sarmıştı zavallı Gül’ü. İşi televizyona kaldı. Sanki çok aşkı tanımış gibi, hani bilirmiş gibi yüreğini burktu, her bölümde bir türlü kavuşamayan aşıklara. Sonunu bildiği Yeşilçam filmlerini heyecanla izledi Umut’u emzirirken. “Düşündüğün gibi değil Ferit” diyen Hülya Koçyiğit’e kızıyordu. Ferit kameraya bakarken, kendini ifade edemeyen Hülya Koçyiğit’in yerine olanı biteni anlatıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Biliyordu filmin sonunu, yanak yanağa verip kameraya gülümseyecekler ve “SON ERLER FİLM SUNDU” yazacaktı. Ama hiçbirinde “Alyazmalım” filmindeki gibi mutlu olmuyordu. Türkan Sultan içinden soracaktı; “Sevgi ne demekti?” diye. Sonra cevap verecekti “sevgi emekti”… Bu da Gül’e dersti aslında, Gül’ün durumuna benzemese de böyle avuturdu kendini. Tek gözünün morluğuna rağmen isyan etmek olmazdı, şükür etmeliydi hatta. O kocası olacak amca eve ekmek getiriyordu, aç değil açıkta değildi, hem ne diyordu Türkan sultan “sevgi emekti”…