17 Kasım 2013 08:51

Şahane bir insan hakkı olarak sevişmek!

İnsanlığın cinselliği din ve ahlak kurallarına mahkum eden anlayışa baş kaldırışı ‘Aşk’ı keşfetmesi ile de olmuştur. Aşk, insanı yücelten, karşısındaki insan için değişip dönüşmesine yol açan, kendisini aşmasına, gerçekleştirmesine hatta tamamlamasına yol açan bir insanlık hali olarak, cinselliğin de amacıdır.

Şahane bir insan hakkı olarak sevişmek!
Paylaş

Cem Terzi

Başbakan, üniversite öğrencilerinin kız ve erkek aynı evde kalmalarının muhafazakar toplum yapımıza/ahlakımıza uygun olmadığını ve bunu engellemek üzere tedbirler alınacağına dair açıklamada bulunca durumdan vazife çıkaran valiler ve emniyet müdürleri üniversite öğrencilerinin evlerini basmaya başladılar. Nedense ahlak söz konusu olduğunda akla ilk cinsellik gelmektedir. Oysa neoliberal bir hükümetin öğrencilere ücretsiz barınma olanağı sağlamamış olması da ahlaki açıdan tartışılabilir. Toplumun kaynaklarını nasıl ve kimin için kullandıkları, hükümet ettikleri dönemde kimlerin nasıl zenginleştiği, ekonomi politik bir mesele olduğu kadar ahlaki bir mesele olarak da ele alınabilir. Ancak, öyle olmuyor. Ahlak denince hemen cinsellik ve kadim günahkar olarak kadınlar hedef tahtasına konuyor. Öyle ya yüzde doksan dokuzu (!) müslüman olan bir toplumda, dini etik geleneklere yaslanarak siyaset yapmaktan daha kurnazca ne olabilir?
Dinler, yalnızca evlilik içi cinselliği meşru kabul eder zira, cinselliği üremek ve soyun devamı olarak ele alırlar. Cinsel organların görevini üremekle sınırlandırırlar. Bu bağlamda Yahudi, Hıristiyan ve İslam ahlakında, evlilik dışı cinsellik ve eşcinsellik günah ve yasaktır, ahlaksızlıktır. Bu cinselliği değersizleştirme ve yasaklama tutumunun kökeni aslında antik Yunan’a kadar uzanmaktadır. Ortak noktaları, cinselliğin zevk almak, mutlu olmak için yaşanmasının aşağılık bir şey olarak görülmesidir. Hatta insanın ve insan doğasının ne olduğunu ilk soran filozof Kant’ta bile cinselliğin tek başına ele alındığında, haz nesnesi olarak insanı küçültüp itibarsızlaştıracağı fikirleri ile karşılaşılır. 20. yüzyıl bu anlayışla bilimsel, sosyolojik ve siyasal savaşım yüzyılıdır. Özellikle psikoloji alanında yaşanan gelişmeler, cinselliğin insan yaşamındaki rolünün üremekten ibaret olmadığını insan mutluluğunun çok önemli bir öğesi olduğunu ortaya koydu. Felsefe alanında ise tarih dışı bir insan doğası anlayışı bu yüzyılda mahkum edilmiştir. İnsan doğası içinde yaşadığı tarihe ve kültüre göre değişkendir. Yani baştan belirlenmiş bir doğanın/doğallığın emrinde değiliz. İçinde yaşadığımız, yaptığımız tarihin bir parçasıyız. Gasset’ye göre, “İnsan kendi başından geçen şeydir, yaptığı şeydir. İnsan doğası hakkında soyut ve genel olarak tanımlamalar yapmaya çalışmak spekülasyonlar olarak kalmaktadır. Sartre’a göre “İnsan nasıl olmayı tasarlıyorsa öyle olacaktır.” “Kendini nasıl yaparsa öyledir.” Bütün bunlar, cinselliğin insan doğasında değişmeyecek ve üremeden ibaret algısını yerle bir etti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve özellikle 60’larda zirve yapan cinsel özgürlük hareketi sayesinde insanlar, cinselliğe dini, politik ve ahlaki sınırlar getirilemeyeceğini, rızaya dayalı olmak koşulu ile erişkin insanların cinselliği özgürce yaşayabileceklerini anladılar. Cinsellikte sömürü, baskı ve başkalarına verilen herhangi bir zarar olmadığı sürece yasaklama olmaması gerektiği savunuldu. Bu yaklaşımın geniş kabul gördüğünü ve bugün de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsanlığın cinselliği din ve ahlak kurallarına mahkum eden anlayışa baş kaldırışı ‘Aşk’ı keşfetmesi ile de olmuştur. Aşk, insanı yücelten, karşısındaki insan için değişip dönüşmesine yol açan, kendisini aşmasına, gerçekleştirmesine hatta tamamlamasına yol açan bir insanlık hali olarak, cinselliğin de amacıdır. Aşık insanların cinselliği, birbirlerine karşı duydukları hislerin en yüksek ve en içten halidir. Aşk, insanların cinselliği karşılıklı olarak anlamlandırmalarına ve değerli kılmalarına imkan verir. Onu en mahreminde meşrulaştırır ardından özgürleştirir. Aşık insanların cinselliği benliklerinin dışavurumudur. Aşık olmak için evli olmak şart değildir. Evlilik dışı ilişkilerde yaşanan cinsellik en az evlilik içi cinsellik kadar anlamlı ve değerlidir. İnsan yaşamının somut pratiği bunu göstermiştir. Hatta bir mülkiyet ilişkisine yol açarak evlilik, aşkı tehdit edebilmektedir.
Marksizm’in insanlığa sunduğu büyük özgürleşme imkanı, patriyarkal düzenin ve burjuva aile yapısının reddiyle kadının sömürülmesine karşı çıkmıştır. Marksizm’in eşitliğe verdiği önem, kadın erkek eşitliğine de yansımıştır. Feminizm ise Marksizm’in ekonomi politik analizine kısıtlı kalmayarak, erkeğin kadın üzerinde yalnız cinsellik alanında değil, yaşamın bütün alanlarında kurduğu tahakküme karşı amansız bir mücadele yürütmüş ve büyük kazanımlar elde etmiştir. Bugün bu iki ideoloji, bir yandan ataerkil düzenin yıkılması diğer yandan kadın bedenini ve cinselliğini metalaştıran kapitalizme karşı mücadele etmektedirler.
Bugün biliyoruz ki; cinsellik toplumsal ve siyasal olarak inşa edilmiştir ve edilmektedir. Bu nedenle sadece belirli bir cinsellik ve ilişki tarzını kural olarak benimsetmeye çalışmak ya da dine dayanarak kutsamak, gerçekleri çarpıtmaktan ibarettir. Bu tür bir ahlakçılık iki yüzlüdür. Zira tarihin hemen her döneminde evlilik dışı cinsel ilişki olmuştur, bazı insanlar dünyaya eşcinsel olarak gelmiş; bazıları sonradan bu özelliklerini dışa vuracak kadar şanslı/cesur, çoğu ise kimselere belli edemeyecek kadar kederli olmuştur. Cinsellik insanın cesurca ve özgürce kullanması gereken en temel özelliklerinden biridir. Sadece üremek için değil, asıl mutlu olmak için sevişiriz. Bir mutluluk hakkı olarak sevişmek, şahane bir insan hakkıdır.
Öyleyse erişkin yaşta olan üniversite öğrencilerimiz için ‘kızlı-erkekli evlerde’ kaldıklarında sevişmiyorlar, ders çalışıyorlar diyerek bir savunma yapılamaz. Bu da ikiyüzlü ahlakçılığa pirim vermektir, onun altında ezilmek demektir. Savunulması gereken kadın erkek eşitliği, cinsel özgürlük ve eşcinsel haklarıdır. Hükümeti ahlaklı olmaya; vatandaşlardan topladığı vergilerle öğrencilere ücretsiz barınma imkanı yaratmaya, yurt yapmaya çağırmak gerekir. AKP, neoliberal-muhafazakar bir parti olarak patriyarkinin devamına hizmet etmek üzere kadınlar üzerinden bir hegemonik savaş yürütmektedir. Kaç çocuk doğurulacağı, doğum kontrol stratejileri, kürtajı yasaklamaya çalışması, anne sütü bankaları kurması, çocuk doğurmaya ilişkin yıllık ücretli izinlerin uzatılması, maddi yardım yapılması, evlenen öğrencilerin kredi borçlarının silinmesi ya da maddi teşvik yapılması… tüm bunlar hem dini hem de kapitalist hegemonyanın değişik yüzleridir. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” mücadele etmekten başka çare yok.

*Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi

ÖNCEKİ HABER

Gün olaydı Van olaydı

SONRAKİ HABER

Herkes muhafazakar olmak zorunda değil

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa