Aydın ÇUBUKÇU
Bir gözlemci, herhangi bir Avrupa ülkesinde rastlantıyla yan yana gelen iki insanın ilk tanışma adımı olarak “Ne iş yaparsınız, mesleğiniz nedir?” sorusunu yönelteceğini, Türkiye’de ise bunun tartışmasız “Nerelisiniz?” ya da en yaygın biçimiyle “Nerelisin hemşerim?” olacağını söylüyordu.
Bunun nedeni, çok eski zamanlardan bu yana gezerek yaşayan bir halk olmamız ya da yakınlık kurmak için toprağa seslenen bir adım atmayı kolay bulmamız olabilir. Eğer farklı kentlerden-köylerden geliyorsanız çok sıkıntı çekmeden, “oralı” bir asker arkadaşınız ya da bir uzak akrabanız yardıma koşabilir. Sonra laf lafı açar, sohbet koyulaşır. Ama mesleğe ilişkin soru belki en son gelecek olanlar arasında kalır.
Trende, otobüste, kahvede böyle gelişen tanışma faslı, İstanbul’da yapılıyorsa ve sorunun muhatabı İstanbullu olduğunu söylerse, o zaman yol yine çatallaşır. “Aslen nerelisin?” ile “Doğma büyüme mi?” iki seçenektir. Fakat 50-60 yıldır, “doğma büyüme” İstanbullu aramak çok uygun bir seçenek sayılmaz. En hakiki “doğma büyüme İstanbullunun bile en azından ana babası İstanbullu değildir çünkü. Son “doğma büyüme” İstanbullular, şimdi birkaç küçük kilisenin çevresindeki mahallelerde kümelenmiş birkaç bin evde yaşıyor. Rumlardan başka kimsenin kendisini böyle tanımlama hakkı yok tarihi olarak. Geri kalan herkes öteki soruya hazır olsun!
ASLEN NERELİSİN?
Türkiye İstatistik Kurumu’nun sayılarına göre, İstanbul son 50 yılda 11 milyon göç almış. Göç veren illerin şampiyonu Sivas. En az Hakkâri’den gelmiş İstanbullular. Sivas’ı, Kastamonu izliyor. Sonra Giresun, Ordu ve Tokat…
İstanbul’u “mozaik kent” olarak tanımlayanlar artık bu tabloya göre taşların renklerini düşünsün… Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si yalnızca Avrupa’ya yazılan kitaplarda bu mozaiğin asıl taşları gibi gösterilse de kente rengini veren onlar değildir artık.
Sayılara bakılırsa, İstanbul, Türkiye’den daha büyüktür! Burada yaşayan Sivaslıların sayısı, Sivas’ın nüfusundan fazladır! Kastamonulular öyledir! Sinop, Bayburt, Giresun, Ardahan ve Erzincan İstanbul’daki hemşerilerinin toplamından daha az nüfusa sahiptir. “Aslen” başka yerli olan İstanbulluların sayısı, 13 milyon civarında!
İş, ekmek, belki biraz da özgürlük hayaliyle geldikleri bu kentte buldukları elbette umduklarının kırıntısı bile değildir, ama geri dönmeyi düşünmezler bile. Kentte iyi kötü bir iş tuttuktan sonra, bir yandan onun yeniden yapılmasına katkıda bulunmuşlar, bu arada kendilerini yeniden yapmışlardır. Değiştirdikleri kadar değişmişlerdir. Ne kadarını gördülerse o kadar görünür olmuşlardır. Belki takılıp kaldıkları mahallelerden burunlarını uzatmaya korkarak geçirdikleri yıllar boyunca deniz bile görmemişler, pek çoğumuzun “bu kent” deyince hemen aklımıza gelen semtlere, “muhitlere” hiç uğramamışlardır. O yüzden on sene geçse de aradan, “Nerelisin hemşerim?” diye sorana “Suvazlıyık gardaş” diyordur; o yüzden on yaşındaki çocuğuna o kimliksiz gezilmeyeceğini hatırlatan soru sorulduğunda, “Babam Suvazlı” diyordur. Bir on yıl daha geçince ancak, “Ben İstanbulluyum, babam Sivaslı” diyebilecektir. Çünkü babasından daha iyi bir iş bulmuştur, haytalıkta avarelikte babasının hayal bile edemediği yerler görmüş, ilişkiler tanımıştır. Babası ölünce Sivas’a gömülmeyi vasiyet edecektir, oğlan bunu düşündükçe ödü kopacaktır.
NASIL İSTANBULLU OLUNUR?
Sivaslı sayılmanın tek koşulu değilse bile en önemli ölçütü, Sivas’ta doğmuş olmaktır. Ama “Sen ne biçim Sivaslısın?” sorusuyla karşılaşmanıza yol açabilecek birçok eksiğiniz olabilir. Gelenekleri bilmezseniz, ağzınızdan bazı sesler “kırık” çıkıyorsa, falanca köyün, filanca çermiğin nerede olduğunu bilmiyorsanız, tam Sivaslı gibi olmazsanız. Orada doğmuş olmak yetmez, orada toprağı anlayacak kadar yaşamış olmak da gerekir.
Aradan uzun yıllar geçmesi bir açıdan İstanbullu sayılmanın da bazı gereklerinin yerine getirilmesini sağlayabilir. Ama Sivaslı’dan farklı olarak, İstanbul’da doğmuş olmanız gerekmez!
Peki, ne gerekir?
Eskiden Türkçe konuşuyor sayılmanız için öncelikle İstanbul şivesiyle konuşup konuşmadığınız önemli bir ölçüydü. Beyoğlu’na kravatlı çıkmak ikinci ölçüt sayılabilirdi.
Daha birçok şey… Toplam olarak bakıldığında, bunların tümünden çıkan sonuç “yüksek tabakadan” olmaya işaret ediyordu. Kibar, kültürlü, görgü kurallarını bilen ve uyan, giyimine kuşamına dikkat eden, sofra adabını, nerede ne giyileceğini, kadınların nasıl dansa kaldırılacağını bilen…
Bu iyice daraltılmış çerçeveye sığmak için hepsinin ezbere bilinmesi de yetmez… En küçük bir sakarlıkta adama “sonradan görme” denir aksi halde. Ruhundan gelecek, içselleştirmiş olacaksın… Kursa gitmekle İstanbullu olunmaz…
SÖKE SÖKE OLUNUR!
Yönetici seçkinler sınıfı, İstanbullu olmakla burjuva olmak arasında da bir ayrım koymuş oluyordu böylece. İstanbullu olmak için burjuva olmak da yetmez. Çünkü adam kalkıyor Ankara’dan, İzmir’den, hatta affedersiniz Adana’dan, Kayseri’den gelip burada sermayedar oluyor, ama İstanbullu olabiliyor mu? Ne münasebet! Cadillac’ın arka koltuğuna bağdaş kurup oturuyor mesela! Pilavı kaşıkla yiyor, kahveyi höpürdeterek içiyor! Şarap içerken diz çöküp başını tutanı bile gördüm!
“İstanbul Dükalığı” lafı buralardan çıktı Anadolu’da… Zengin oluyorsun, ama İstanbullu olamıyorsun! O zaman görün bakalım; Boğaz’daki en fiyakalı yalıları alıp tepenize gökdelenleri de dikmezsem bana da adam demesinler!
Parası neyse verip İstanbullu değilse bile İstanbul’un efendisi olmak o kadar da zor değildi.
Zor olan, sırtında yorganı, elinde tahta bavuluyla gelip İstanbullu olmaktı.
Onlara açık kalan tek kapı, seve seve olmuyorsa söke söke olmak kapısıydı.
Bu kapıyı sermayenin ihtiyaçları ve gelişen kapitalizmin taşrayı topraksız, işsiz bırakması açtı aslında. Ne kadar küçümserse küçümsesin, ne kadar iğrenirse iğrensin, sonuçta onlara muhtaçtı burjuvazi. Üç kuruşa sabahtan akşama kadar çalıştırabiliyorsan, bunlara katlanacaksın. Ceplerinde tomarla parayla gelen toptancıya nasıl katlanıyorsan, bunlara da katlanacaksın!
Onlar katlanırken, Anadolu’nun kara bağrından kopup gelenler kendiliğinden yeni bir fetih hareketine giriştiler. Burjuvazinin “ileri görüşlü” siyasetçileri İstanbul’un fethinin tamamlanması diye bir probleme zaten sahipti ve bunu Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun “temizlenmesi” olarak anlıyordu. O yüzden Anadolu’dan gelen büyük göçü çok da zararlı bulmuyor, hatta İstanbul’un “Türkleşmesi” hamlesinin bir parçası olarak sevinerek izliyordu.
Anadolu’dan gelenlerin böyle bir derdi yoktu. Onlar sadece tarihin kendilerine açtığı yoldan yürüdüler.
Tarihin bir yasasına göre, geri bir uygarlık, kendinden daha ileri bir uygarlığı yıktığında, onun tarafından yutulur. Fethedenler aslında fethedilirler! Bu, Roma’nın Barbarları dönüştürmesinde de, Bizans’ın Osmanlı’yı dönüştürmesinde de böyle olmuştu. Belki şimdi de, egemen ideolojinin beklediği gibi Anadolu İstanbul’u fethediyor, ama İstanbul da kendisini fethedenleri dönüştürüyor. Çünkü İstanbul aslında Türkiye kapitalizminin başkentidir ve sermaye, sözde “Anadolu Burjuvazisi” denilen kesimi kendi ilişkilerinin has savunucusu olarak iktidara da getirdi ve onları geleneksel “lüküs hayat” nimetleri içinde kendi meşreplerince hareket etmeye zorladı.
Bir kent burjuvazinin başkentiyse, aynı zamanda proletaryanın da başkentidir. Tahta bavul ve mitil yorganla gelenler, hayalleri ve niyetleri ne olursa olsun, sermayenin başkentinde onu yıkmaya gelenler olarak rol oynamaya aday olanlardır. Beğenin ya da beğenmeyin, artık onlar tarihin kendilerine verdikleri bu rolle İstanbulludur.
Evrensel'i Takip Et