Yazmasam ölürdüm… Yazdım, ölmedim
Sait Faik öykücülüğünde ardı arkası kesilmeyen olaylar, entrikalar, idealize edilmiş karakterler, muhteşem güzellikler, abartılı aktarımlar yoktur. O, seleflerinin aksine “küçük” insanı edebiyatın tam ortasına oturtmuştur.
Ozan ÇETİN
“… Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.”
Kim bilir belki gerçekten delirirdi…
Bursa Erkek Lisesi’nin ardından 1928’de kaydolduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ortamına ısınamayan Sait Faik Abasıyanık, 2. sınıfta okuldan ayrılır. Bu “ısınamama” durumu, varoluş acıları çeken bir sanatçının hezeyanları gibi değildir ama…
Genç Sait Faik, üniversite yıllarında çevredeki mahallelerin kıraathanelerini mesken eyler, sokaklarını gezer, avare insanlarını gözler, dinler. Yurtdışında eğitim gördükten sonra İstanbul’a döndüğünde öğretmenliğe başlar ancak derslere sürekli geç kaldığı ve sınıfta otoriteyi sağlayamadığı için öğretmenliği de bırakmak zorunda kalır. Ardından babası ona bir toptancı dükkânı açsa da, o kısa sürede ticarethaneyi babasına iade eder. Tabii malların yerinde yeller esmektedir!
Ve yine ver elini kahvehaneler, arka sokaklar, rıhtımlar, kıyılar, balıkçılar… Evet Sait Faik’in en belirgin özelliklerinden biri bu olsa gerek: Gezmek. Edebiyatımızda birçok olumlu sıfata lâyık görülen yazarın bir gözlem sanatçısı olduğu da vurgulanır. Onun yazarlığını en iyi anlatan bu noktanın besleyici ediminin gezmeye ve sıradan insanlara duyduğu ilgi olması hayli sarihtir.
Rahatlıkla söylenebilir ki Sait Faik; her türlü hesaptan uzak, bir kalıba sığmayan, kendini bir yere ait hissedemeyen, İstanbul entelijansiyasıyla teması olmayan, kimselerin bilmediği sokakları gezen, kimselerin dikkatini çekmeyen insanları önemseyen, onları duyan, onları yazan büyük bir söz ustasıdır. Sosyal ortamlarda çabuk sıkıldığı, edebiyat çevresinden arkadaşları olsa da bunların bir ömürlük dostluklar olmadığı, kimse fark etmeden uzaklaşıp günlerce ortalıkta görünmediği söylenir. Ama tüm bunlar onu karamsar, varoluşun karanlık dehlizlerinde yolunu bulmaya çalışan bir yazar yapmaz. Aksine Sait Faik halkına, insana ve hayata tutkuyla sarılır.
Onun için varsa yoksa insandır. Belirgin bir şekilde bu yönde ve temayülde olan, yazarın çağdaşı bir başka öykücüye rastlamak mümkün değilse bile Sait Faik -en azından bu bağlamda- büyük Rus yazar Maksim Gorki’yi anımsatır. Gorki, “Edebiyat Yaşamım” adlı otobiyografik eserinde, “Birçokları için galaksiler, yıldızlar çok önemli ve etkileyici olabilir; ancak ben insanı önemsiyor ve seviyorum” derken kendisi için vazgeçilmez olana işaret eder örneğin.
‘KÜÇÜK’ İNSANLARIN DİLBAZI
Sait Faik öykücülüğünde ardı arkası kesilmeyen olaylar, entrikalar, idealize edilmiş karakterler, muhteşem güzellikler, abartılı aktarımlar yoktur. O, seleflerinin aksine kalıpları yıkarak “küçük” insanı edebiyatın tam ortasına oturtmuş, daha önce edebiyatımızda hiç olmadığı biçimde küçük sevinçleri, küçük mutlulukları, anlık durumları, onlar kadar naif, onlar kadar vakur, onlar kadar “olağan” ve yalın bir dille anlatmıştır. Tüm bu yönleriyle -Orhan Veli’nin şiirde yaptığı gibi- edebiyatımızda bir kırılma yaratmış ve özellikle öyküde mihenk taşı olagelmiştir. Nasıl Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar”ında “Süleyman Efendi’nin nasırı” edebiyata konu olabilmişse –ki bu, o yıllarda edebiyat çevrelerinde hayli alay konusu yapılmış- Sait Faik’le de yoksul halk kesimlerinden “gerçek” insanlar, tüm doğallıklarıyla öykülerde başat özneler olarak yer almışlardır. Özetle denebilir ki; egemen edebiyat anlayışındaki üstten yaklaşım, seçkinci eğilim, alttan alta dikta eden metinler Sait Faik öyküleriyle sarsılmış ve çağdaş Türkiye edebiyatına yepyeni bir soluk gelmiştir.
Elbette sadece öykü yazmamış Sait Faik. Röportajlar, tiyatro oyunu taslakları, iki roman, Fransızcadan çeviriler ve şiirler de onun muazzam yeteneğinden nasibini almış. Pek bilinen “Şimdi Sevişme Vakti” şiiri de öyküleri gibi yalın ve insana dairdir ki bu şiir yazarın edebî tıynetine dair ipuçları veren önemli bir eserdir.
Sait Faik denince akla ilk gelen unsurlardan biri kuşkusuz Burgazada. Yazarın denize ve deniz insanına olan tutkusu, çocukluğunun geçtiği Karamürsel’le başlasa da ölümüne değin annesiyle birlikte yaşadığı Burgazada yazar için vazgeçilmez. Kalabalıkları sevmeyen Sait Faik için de ada çoğu zaman bir bakıma kaçış yeri olmuş. Balıkçılarla sohbet etmek, balığa çıkmak, yüzmek ve elbette görkemli edimi “yazmak” için Burgazada’dan daha iyisini bulamayacağını düşünmüş olabilir...
‘BEYOĞLU BİR ALEMDİR’
Sait Faik’i anarken üzerinden atlanmaması gereken önemli yanlardan biri de mutlaka yazarın Beyoğlu’na olan tutkusu. Üniversite yıllarında keşfettiği Beyoğlu’nu çok az yazar Sait Faik kadar doğru ve güzel anlatır. Onun kitaplarında Beyoğlu yaşamını okurken bugünün izlerini dahi sürebilmek, yazarın geniş ufku ve gözlem yeteneğinin önemli göstergelerindendir. Günümüzde siyasi iktidarın, rantçıların, “inşaatçı”ların birer akbaba gibi hem mimarisine hem kendine özgü kültürüne göz diktiği İstanbul’un gözbebeği Beyoğlu’nu, Sait Faik’ten bir paragrafla anmalı:
“Beyoğlu bir âlemdir. Beyoğlu yaşayan cıvıldayan, kaynaşan, rahatlayan, gülen, eğlenen, yalnızlığa çare bulan ışıklı hem şıkır şıkır, hem koku gibi buram buram ışıklı nefis bir caddedir. Beyoğlu’suz bir İstanbul düşünülemez. Beyoğlu’nu yeren ukala yazılarını sakın okumayın. O, her şeyiyle övülmeye değer. İnsanlar yarına buradan hızlanır. Uyuyan koca şehrin ortasında iki üç yüz metre içinde geceleri atan bir tek yüreği vardır İstanbul’un. Sıkın; Sarıyer’de patlak versin. Çıkarın ölüversin.”
Sait Faik, yakalandığı siroz hastalığı sırasında bile yazmayı bırakmamış, dahası en üretken, en verimli zamanlarını hastalığı ile uğraşırken yaşamış, tüm ömrünü edebiyata, insana, hayata adamış ölümsüz bir yazar. Yazmasa delirmez miydi?