Kadını kökten ayağa kaldırmak lazım
Nazan Kesal bazen olmak isteyip de olamadığımız kadın, bazen de bir elbise gibi üzerimizden çıkarmak istediğimiz bir kadın halinde çıkıyor karşımıza. Filmlerde, dizilerde, tiyatroda bin türlü farklı hayatın yolcularından biri. Ve lakin oynadığı her rol, bizi hikayesine çağırdığı her iş "kadın"a dokunuyor.
Ayşen GÜVEN
Nazan Kesal bazen olmak isteyip de olamadığımız kadın, bazen de bir elbise gibi üzerimizden çıkarmak istediğimiz bir kadın halinde çıkıyor karşımıza. Filmlerde, dizilerde, tiyatroda bin türlü farklı hayatın yolcularından biri. Ve lakin oynadığı her rol, bizi hikayesine çağırdığı her iş "kadın"a dokunuyor. "Oyunculuğumun karşılığını hayatta da arıyorum" diyen Kesal, yarın sokakları dolduracak binlerce kadından da biri. Hal böyle olunca 25 Kasım'dan başladık, Krek'te "Iska" oyunundaki "barış" arayışına her demden sohbetimizi koyuladık. Demli çay tadında, siz de buyurmaz mısınız?..
Sizinle söze biz kadınları, ‘kadınlığı’ konuşarak başlamak yakışık alır sanki. Malum yarın 25 Kasım... Kadına Yönelik Şiddet konusunda dünden bugüne, 2013’ten 2014’e iyileşen bir hal var mı sizce?
Sence.
Bence yok.
Bence de yok. Hiç uzatmayalım. Çünkü her gün hala kadınlar ölüyor, şiddete maruz kalıyor. Gazetelerin 3. sayfalarında biz mağdurları görmemeliyiz artık, mağdur olan kadınlar afişe edilmemeli. Asıl mağdur eden gösterilmeli. Bizim gözümüzün içine onu sokmalılar, kadını değil. Suçun sahibi manşetlere taşınmalı, resmiyle birlikte “işte bu” denmeli. Hep erkek egemen algıdan yana işliyor birçok şey. Bu algının değişmesi gerekiyor. Haber olarak yansıyan şeyin yorumlarını da biz ona göre okuyoruz. Ve böyle oldukça nasıl iyileşme olacak ki?
Kadının da bu hayatta kendini erkeğe bağlı hissetmemesi gerekiyor. Kadını bu anlamda kökten ayağa kaldırmak lazım. Her kadının çalışması, okur-yazar olması önemli. Sadece ailede öğrenilen o hayat deneyimleri kadını hayata güçlü bir biçimde hazırlamayabilir. Bu anlamda kadını bilinçlendirmek olmazsa olmaz.
‘ISKA’ FARKINDA OLMADAN ‘BARIŞ SÜRECİ’NE HİZMET EDİYOR
Oyununuz “Iska” bütün bu güncel gelişmelerle bir bağ kurar mı? Kurarsa nasıl bir bağ olur?
Aslında “Iska” bu barış sürecine hizmet edeceği planlanmamış ama öyle denk düşen bir oyun. Fuat Mete bu oyunu yazdığında henüz “barış süreci” konuşulmaya başlanmamıştı. Hatta bugünlerden daha sert bir iklim yaşıyorduk. Sanki süreci hızlandıran ve ekstra onu motive eden bir oyun tasarlanmış gibi oldu. Bu oyundan çıkan seyirci, savaşa karşı tavır alarak çıkarsa, oyun asıl amacına ulaşmış oluyor. 30 yıldır süren bu savaştan yara alan ya da almayan herhangi bir seyirci gelip “evet ya savaş ne kadar iğrenç bir şey” cümlesini kurabiliyorsa, biz de barış sürecine katkıda bulunmuşuz demektir.
SADECE VİCDANIMLA OYNUYORUM
Sizin “Iska”daki rolünüz yine bir kadın hikayesi aslında. Barış anneleri, gerilla ya da şehir anneleri geliyor haliyle akla. Sizin role hazırlığınızda böyle kadınlarla buluştunuz mu? Ya da onların hayatlarının payı nedir?
Yok öyle özel bir çalışma yapmadım. Çünkü Fuat, o kadar güzel bir metin yazmış ki! Çok içerden hissetmiş o acıyı ve oyuncuya bütün kapıları aralamış. Ben de bir anneyim. Daha çok Poyraz’ı koyuyorum mesela askerdeki oğlanın yerine. Gözümde büyütüyorum Poyraz’ı... İnsanın nasıl canı acıyor! Zaten etrafımdan bu ortak acılara tanığım elbette. Sadece oradaki anne laborant ve o mesleğin reflekslerini bulmaya çalıştım. Onun dışında sadece vicdanımla oynuyorum.
Ne dersiniz Iska güncelliğini kaybeder derdi dert olmaktan çıkar mı?
Gönül, güncelliğini kaybetsin istiyor. Çünkü insanların yaşamak için geldiği şu yeryüzünde insanları öldürmek üzerine kurulmuş çok ciddi planlı, programlı tuzaklar var. Bunun bir yerde adı savaş oluyor, bir yerde işgal oluyor, bazen iç savaş oluyor, bir zaman terör oluyor... İnsanlık buna birtakım kılıflar bulabiliyor. Bütün bunların nedenini anladığı zamansa insan olmaktan utanıyor.
TİYATROYLA SİNEMANIN ÇOK İYİ ANLAŞTIĞI BİR ÇATI BURASI
Toplamda Krek’in tiyatro dili oldukça farklı. Alternatif tiyatrolarda da yeni çok şey var aslında. Siz Iska’nın tiyatro dili, anlatım biçimi için neler söylersiniz?
Krek benim takip edebildiğim kadarıyla başından beri kendi içinden oyun çıkaran bir tiyatro. Bugüne kadar hep Berkun (Oya)’un yazdığı oyunları oynadı. İlk defa başka bir yazarın oyununu Berkun sahneledi. O anlamda tanık olduğum için söylüyorum çok heyecan duydu. Garip bir yer burası; yani tiyatro demeye dilim varmıyor değil, sinema demeye dilim varmıyor o da değil. Tiyatroyla sinemanın çok iyi anlaştığı bir çatı burası.
Az önce bahsettiğiniz gazete haberlerinin tersine kadına yönelik şiddeti afişe ettiğiniz bir kısa film yaptınız. Onu anlatır mısınız bize?
Kısa filmim “Salıncak” şu anda İstanbul Kısa Film Festivalinde yarışıyor. İzmir Uluslarası Kısa Film Festivali’nde de yarışıyor. İstanbul Kısa Film Festivalinde de ödül aldı. Senaristliğini Ercan Kesal yaptı. Ahmet Mekin, Ercan Kesal ve Şebnem Hassanisoughi oynuyor. Yine bir kadın hikayesi. Umutsuz bir film bir tarafıyla. Bir kadının hayatının son 12 dakikasına tanıklık ediyoruz. Plan sekans ve bu da bir 3. sayfa haberinden esinlenilmiş hikaye. Ölüme 9 aylık bebeğini de yanına alarak giden bir kadının hikayesi.
Sinemada uzun metrajda sizi yakında izleyecek miyiz?
En son Atıl İnanç’ın yönettiği “Daire” filminde oynadım. Başka Sinema’da gösterilecek. Mart’ta da “Toz Bezi.” Ahu Öztürk’ün ilk uzun metrajı. Ona başlayacağız. Evlere temizliğe giden iki kadının öyküsünü anlatıyor film. Çok beğendiğim bir senaryo. Ahu ile de iyi bir yol arkadaşlığı yapacağız. Çiğdem Mater yapımcısı ve birçok ülkeden de destek var. Senaryo çok beğenildi.
‘Temizlikçi kadın’ yani ev eksenli çalışan kadınlar hep dizilerin, filmlerin tamamlayıcı unsuru ya da yan hikayesi oluyor. Bu filmde nasıl yer alacaklar?
Evet. Bu filmde hikayenin ana karakteri bu iki temizlikçi kadın. İki kadından biri benim diğeri Asiye Dinçkök. Zengin evlerinde temizlik yapan o kadınların, ruh hali her zaman benim ilgi alanım içinde olmuştur. Benim evimde de işimin yoğunluğundan dolayı yardımcı bir ablamız var. Çok yakından tanığıyım o ruhların. O yaşadıkları ruh hali, çocukları, çaresizlikleri, yalnızlıkları. Hayalleri büyük kazançları küçük gündelikçi kadınlar sadece günlerini kurtarabiliyor. Benim çok iyi bildiğimi düşündüğüm bir dünya. İyi bir gözlemim var o dünyadaki kadınlara dair. O yüzden bunun bir sinema filmi ile buluşuyor olması beni çok heyecanladırıyor.
Bu çelişkileri görünür kılan bir film o zaman?
Evet öyle. Film aynı zamanda etnik kimlik üzerine de düşünmemizi sağlıyor. Yıllar önce İstanbul’a yerleşmiş bu Kürt kadınlar İstanbullu olmaya çalışıyor bir yandan.
‘KÜLTÜR BU KADAR MI DEĞERSİZ?’
Siz Devlet Tiyatrosu’nda da çalışmış bir oyuncusunuz. Orayla burayı kıyasladığınızda daha farklı bir deneyim ne anlatırsınız bize?
Şimdi klasik tiyato ile buradaki deneyim mukayese edilmez. Krek’in bu konsepti bana canlı sinema gibi geliyor. Burada sinema ve tiyatronun güzel bir kardeşliği var. Ben zaten hiçbir zaman tiyatroda tarif edilen o hamasi oyunları ve oyunculukları çok seven ve yıllarca bunun peşinden koşan bir oyuncu olmadım. Ne oynarsam oynayayım onun tiyatrodaki karşılığını değil hayattaki karşılığını aradım hep. Sinemada da böyle oldu. O yüzden burası derdime çare yani.
Ayrıca bizim arkamızdan gelen kuşağa baktığımız zaman -buna genç kuşak diyebilirim artık çünkü ben orta yaş üzerine doğru gidiyorum- (gülüyor) kalıpları kırmaları çok güzel.
Hiç çaktırmasanız da... Peki, şehir ve devlet tiyatroları miladını doldurdu mu?
Kültür bu kadar değersiz bir şey mi? Savunmaya ihtiyacımız olduğu kadar kültüre de ihtiyacımız var. Nasıl seyredecek peki bu insanlar tiyatro? Kültürel anlamda başka hayatlara, dünyalara nasıl yaklaşacaklar? Mümkün değil. Ben 8 yıl Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda görev yapmış bir oyuncu olarak söylüyorum bunu; oradaki halkın kültürel anlamda yükselmesinde DT’nin çok büyük katkısı var. Ya da Erzurum’un, Sivas’ın, Konya’nın da öyle... Devlet Tiyatrosu için söylüyorum, özelleştirilmeden daha işlevsel hale getirilmeli. Kaldırılsın diyenlere soruyorum yerini dolduran şey ne?
Kızlı-erkekli tartışmaları için ne düşünüyorsunuz?
Her ne için yapılırsa yapılsın baskı, hizaya getirmek, kontrol altında tutmak, aynılaştırmak hiçbir zaman işe yaramamıştır ve yaramayacaktır. Farkındalığı daha çok arttıracak ve daha çok özgürleşmeye ihtiyaç duyacaktır insanlar. Bunu zaten Gezi olaylarında da yaşadık ve şahidi olduk. İnsanlar bu ülkede, diledikleri gibi, özgürce, bildikleri ölçüde yaşayabilme hakkına sahip olmalı. İsteyen kızlı-erkekli isteyen anneli-babalı isteyen tek başına yaşayabilmeli.