‘En iyi ilk senaryo yarışması düzenlenmektedir
Zeynel Aşkın OĞUZ
TÜRSAK Vakfı ve Kültür Bakanlığı iş birliğince başlıktaki ilanla bir yarışma düzenlendiğini ve ödülün ‘helalinden’ tam 10 bin kayme olduğunu duyunca… Evde biriktirdiğim ve rahmetli Evrim Alataş’ın “Zeno bu senaryonla Antalya’da Altın Portakal alır Cannes’da Palmiye altında yersin” diye beni fişeklediği o görkemli yapıtımla ödülü garanti ederim kurgusuyla harekete geçtim…
Ucunda ayakkabı kutusu dışına taşmış 10 binlik olunca, beklenti, sanatikus olmaktan ziyade gayet ekonomikus oluyor. Yarışma koşullarına uygun ıslak imzalı, aslına ve usulüne uygun teslimatlarımı yaptım. Hemen jüri üyelerine baktım, yakinen görmüşlüğüm yok. Birkaç arkadaşı, yandaşı, cemaati, parti , dernek ilişkisi üzerinden jüriye baskı edeyim diye aradım ama sonuç nafile.
Ben torpil ararken finalistler açıklandı. Adım yanlış, soyadım hiç yazılmasa da proje adından beni kasttettiklerini anladım, oh be finalistim dedim. Helal 10 bine 10 kişiyle koşacaktık. Düz ovada geçerim bunları özgüveniyle oturup sıkı bir sunum hazırladım. Jüri projelerimize bakacak, sunumumuzu dinleyip kararını verecek ama yine de bir bakan oğlu, olmadı bir bakan yakını bulup işi garanti edemez miydim acaba? AKP’den tanıdığı bol bir arkadaşa “epeydir görüşmüyoruz, gel de bi yemek yiyek” dedim. Yemeği yedik. “Öyle bir zaman ki, ayakkabı var içinde ayak yok, kutusu var içinde ayakkabı yok; hepsi topuklamış, yayan kaçmışlar” dedi.
Velhasıl, ödül törenine ben ve kendim katıldık. Sunumumu okuyup ezber ettim. Zaman geldi çattı. Finalistler, birkaç meraklı seyirci, tertip komitesi ve jüri, Fransız Kültür Merkezinde belirtilen saate erdik. Tören salonuna geçtik. Bir panel de organize edilmişti. Panelistler biri hariç, hep jüri üyeleriydi. Türk sinemasında senaryo problemiydi konu. Problem, Türk mü, Türkiye mi yoksa Anadolu senaryosu mu diye adlandırma üzerineydi yine. Neyse, “Bir Kürt olarak 10 bini alırsak bu adlandırmaları hemen unuturum, Kürt hafızam Türk varlığına son kez armağan olsa n’olur ki”, dedim kendi kendime. Nasılsa iki kişiyiz, ben ve kendim. Panelistler Reis Çelik, Ümit Ünal, Ercan Kesal gibi çokca sevilenlerden oluşuyordu. Epey epey konuştular, Türk senaryo yarasını, derdini, ne olacak halini. Kısa konuşurlar da sıra bize, sunumlara gelecek beklentime kurt girmeye başladı; galiba sunum munum olmayacak, birinciyi seçmiş bunlar diye… En çok, etkili olur diye devşirdiğim iki duyulmamış kelamı kimse duymayacak diye üzüldüm!
De hadi dediler, şu birinciyi açıklayalım. Doğal ki önce mansiyon alan finalisti... Hiç oralı olmadım mansiyonla ki kulağa pek de hoş gelmez. Eli boş gitmeyindir anlamı. Ve büyük an… Heyecan ederken… Hadi canıımm oldum. Genç, yakışıklı ve oldukça beyaz bir arkadaş çıktı gitti ödülü aldı hemen. Çok pis durumdur ve çok pis oldum valla.
Gitti ayakkabı kutusundan taşmış 10 bin tele. Neyse ki günah keçim imdada yetişti: Tabii ki torpil vardı. Birincisi, birinci olan arkadaş hiç heyecanlı değildi, yüz yıllardır hep kazanıyor edası vardı…İkincisini boş verin… Üçüncüsü, ne yazdığını hiç kimseye göstermediler… Beşincisi, diğer finalistler kimdi, ne yazmışlardı, hiç dinlemediler… Yüzüncüsü, birinci olan sadece bir sözcüklük sunum hazırlamıştı; ben de camiadanım, teşekkür ederim dedi. Yüzde yüz torpilliydi.
Ve tören bitti. Bir Allah’ın kulu biz yenilmişlerin gönlünü almak için yanaşmadı, ya boş verin, olur böyle şeyler demeye gelmedi. Öylesine nesneler, ad ve katılımcı kalabalığıydık. Ne kadar kızsam azdır diye diye, bari beleş şarap içip kâr edeyim dedim. Katılımcılar ve Jüri, kalabalık olduk kokteyl salonunda. Birinci olan ise hemen tüymüştü, hiç görmedik. Yenik finalistler kendilerini hatırlatma gayretiyle jüri üyelerinin etrafını sardılar sırayla. Kendilerini tanıtıp hatırlatmaya çalıştılar. Ben küs olduğumdan uzak durup gurur yaptım.
Beleşe şarapları art arda dikince bir oportünist hal geldi buldu; ne gurur yapıyosun ya, git sen de tanış, bu işler böyle oluyor salak diye… Beni, kendime karşı haklı buldum ve iki jüri üyesine gidip ben falanca finalistim, projem şuydu, hiç beğenmediniz mi be hocam dedim. İkisi de, “Valla adını da projeni de bismillah ilk kez duyuyoruz !” deyip iki kez tekrar ettirdiler bana. Hele biri ağzındaki peynir parçasını mı geviş etti, benim projemden mi söz etti anlamadım, yutkundu ve bana “Ya başka bir filmle karıştırmıyorum değil mi, hatırlatır mısın hikayeni!” deyince… Aman Allah’ım o kadar kötüymüş ki hatırlamıyor dedim ve gidip beleş şaraba tekrar dadandım .
Bir aydır on kişiden birini en iyi seçmek için kafa yordunuz ama birden silinip gittik ha? O ara gevişini yutkunan yanaştı, teselli edesi vardı “.. Ya yılmayın sürdürün peşini bırakmayın , her jürinin beğenisi…” falan filan… Devamını duymak istemedim, iki bardak beleş daha içtim ve mayhoş, nahoş arası evime geri döndüm. Ve senaryolarıma “Bir daha sizi hatırlamayacak, gevişine salya edecek ortamlara asla sokmayacağımın” sözünü verdim.
Bu arada, beni gaza getiren Evrim’i de ne çok özledim. Benim sinema hikâyelerim değil, insan soyunun en görkemli hikâyesiydi o. Evrim Alataş’ı yâd edelim, cennetin bu tarafında, mor sümbüllü bağlarda…
Evrensel'i Takip Et