Yükler ağır, atlar yorgun soluklanmak iyi bir fikir
İlk kitabı Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz’i Sel Yayınlarıyla yayımlayan Melisa Kesmez, “Tahayyül etmeyi, nesnelere -bir kitaba mesela- canlıymış gibi yaklaşmayı, anlamayı ve anlatmayı hep çok sevdim” diyor.
Firuze CANAN
İstanbul
Melisa Kesmez’in ismi tanıdık gelecektir “Bu hafta hangi kitap çıktı?” diye kitap eleştirilerini okuyan, edebiyat müptelalarına. Uzun süre kitaplar üzerine yazılar kaleme alan bu kadın şimdi kendi kitabını çıkardı. Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, uzun süredir demosunu dinlediğimiz bir kaydın, müzik dilinde stüdyo kaydıydı bir nevi... Daha önce eleştirilerini öykü kıvamında yazan ve “Tahayyül etmeyi, nesnelere -bir kitaba mesela- canlıymış gibi yaklaşmayı, eşyayı anlamayı ve anlatmayı hep çok sevdim” diyen Melisa, sıradan insanın, gündelik hayatından puzzle parçaları çıkarırcasına kısa öyküler anlatıyor. Parçaları birleştirmek için değil, o parçaya anlam yükleyerek, hüzünlü ama umutlu...
Melisa’yla tıpkı Beirut konserine giderken yaptığımız uzunca yürüyüş gibi, atları bağlayıp, geceyi geçireceğimiz yeri bulana kadar kitabı konuştuk...
Öykü hep edebiyata giriş gibi görünür. Sanki kısalığı değerine paha biçer. Ama bilen bilir öykü edebiyatın içidir ve hiç de basit değildir. Bu anlamda öykünün sendeki yeri nedir?
Öykünün “edebiyata giriş” olduğunu düşünmek, öyküye ve en çok da yazarlık serüveni boyunca sadece öykü yazmış onlarca ustaya büyük haksızlık olur. Bilakis kısa zordur. Uzun bir şeyi kısa anlatmak, bunu yaparken o şeyin içindeki özü yitirmemek, maharet ister. “Önce öyküde kendimi kanıtlayayım da, sonra roman yazarım” çok sık duyduğum ama her duyduğumda epey saçma bulduğum bir yaklaşım. Öykü, bir edebiyat türü olduğu kadar, belli bir düşünme şekline işaret ediyor bence. Metnin uzunluğuyla ölçülemeyecek, bambaşka bir varoluş hali. İyi bir öykücü benim için yazarlığın en mühim zaferlerini kazanmış biridir. İyi öykü yazan, her şeyi iyi yazabilir gibi gelir bana.
Daha önce kitap eleştirileri yazıyordun. Şimdiyse ilk kitabını çıkardın. Bu kitap yazılarını takip eden biri olarak onları hep bu öykülere gebelik dönemi gibi gördüm. Bu yazıların sendeki etkisi neydi, faydası, zararı ya da katkısı?
Galiba haklısın. Kitaplar hakkında yazdığım yazılar bir eleştiri yazısından başka her şeye benziyor. Paul Auster’ın “Kış Günlüğü” kitabı hakkında yazdığım yazı mesela, “Auster’la aynı odada yalnız olsam ne hissederdim?” sorusunun motivasyonuyla başlamış, kendi içinde tuhaf bir öyküye dönüşmüş bir yazı oldu. Tahayyül etmeyi, nesnelere -bir kitaba mesela- canlıymış gibi yaklaşmayı, eşyayı anlamayı ve anlatmayı hep çok sevdim. Belki de sırf bu yüzden farkında olmadan öykü yazmaya başlamış olabilirim. Kitap okumak kadar az şey bana kendimi iyi ve bu saçma dünyaya uzak hissettiriyor. Okuduğum kitaplar hakkında bir şeyler yazmaksa gece gördüğüm rüyayı sabah birine anlatmaktan başkası değil.
BEĞENİLMEMEKTEN DEĞİL, ISKALANMAKTAN KORKUYORUM
Peki, kitabını çıkardığında hiç korktuğun olmadı mı? Acaba nasıl eleştirileceğim diye?
Korkmadım dersem benim kendime çok güvenen biri olduğum mu sanılır, bilemedim. Ama hayır, korkmadım. Sebebi ise kendime güvenmek falan değil. Eleştirmek mevzu bahis olduğunda kimse beni benim kendimi hırpaladığım kadar hırpalayamaz. (Gülüyor) Beri yandan, öylesine söylenmiş bir “iyi kitap olmuş, beğendim” lafındansa, “Şurada problem var” lafını duymak isterdim. O zaman ne güzel, birisi beni önemsemiş, yazdığım şeyin üstüne kafa yormuş diye düşünürdüm. Bence en korkulacak şey beğenilmemek değil, ıskalanmak olmalı.
BU KİTAPTAKİ KİŞİLER VE OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR
Kitaptaki öyküler, genellikle 30 yaş aralığındaki insanları anlatıyor. İnsan biraz da kendinden anlatır hep. Bu öyküleri gerçek sananlar oldu mu? Ya da öyle tepkiler aldın mı?
Öykülerdeki kişiler de, mekanlar da tanıdık. Sıradan insanın sıradan ağrıları bahsettiklerim. Büyük hikayeler yok, gündelik hayatın içinde bir şekilde orada burada yolumuzun kesişme ihtimali yüksek karakterler ve olaylar. Bu, bir gerçeklik hissiyatı yaratıyor olmalı. Soranlar oldu elbet, arada bazı şeyleri gerçek sananlar da oldu, oluyor. Elbette kendi hayatımız sahip olduğumuz en zengin hazine, tonla malzeme var tavan arasında. Ama sadece esinlenme düzeyinde. Zira günlüğümü kitap diye basmak çılgınlık olurdu bence! (Gülüyor) “Bu kitaptaki kişiler ve olaylar tamamen hayal ürünüdür” diye not düşmeliydim belki de.
Belki deminki sorumun sebebi de gerçeklik. Öyküleri birleştirdiğinde ortaya senin de kuşağını kapsayan bir insan modeli çıkıyor. Sırtımızda ağır yükler var ve sanırım atları bir yere bağlayıp soluklanmamız gerek…
Ben keder çok seviyorum. Böyle söyleyince şimdi komik geldi kulağıma. (Gülüyor) Ama seviyorum işte. Omuzlarının üzerinde dünyayı taşıyan karakterlerin başrolde oynadığı filmleri, hayatla alıp veremediği olan kahramanların romanlarını. Gerçek hayatın içinde de mutluluklardan çok mutsuzluğa inanıyorum. Mutsuzluğu daha kandırmacasız buluyorum. Mutsuz olacağımı önceden kestirdiğim -ama asla kendime itiraf etmediğim- hikayelerin içine bodoslama atlıyorum. Ama karanlık bir mutsuzluk hali değil bu bahsettiğim; dalgasını da geçebildiğim, yer yer nanik yaptığım ve kurtulmam şart olmayan, onunla yan yana yaşamayı sevdiğim bir şey. Bizim kuşağın da çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği yılları düşününce mayasında bol bol keder olduğunu düşünüyorum. Arabesk müzikle, misal, alakamız olmasa dahi, Müslüm Gürses çalınca içimizde bir yerin bizden habersiz gizli gizli ağladığından şüpheleniyorum. Yükler ağır, atlar yorgun, soluklanmak iyi bir fikir olabilir.
ÇAY KESMEZ BU EKİBİ!
Diyelim ki atları bağladık, geceyi de burada geçiyoruz. Bir de ateş yaktık, çayımız da üstünde. Bu ateşin başına kimleri toplamak isterdin, yazar olarak ve kimlerin öykülerini dinlemek isterdin?
Amanın! Dev soru! Birkaç hafta çalışıp gelsem olur mu? (Gülüyor) Öyle bir gecede Cemal Süreya olsaydı, Edip Cansever, Turgut Uyar, Tomris Uyar, Ece Ayhan bir de. Oğuz Atay da olsa mesela, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali. Ben görünmez olsaydım ama, onlar kendi aralarında takılsalardı. Öte yandan, çay kesmezdi bu ekibi, benden söylemesi.
HAYATA KARŞI ŞAPŞALLIK İYİDİR
Biz doğmadan ya da doğduktan sonra önümüze büyük hayatlar çizilip konuyor. Koşturup duruyoruz bu çizgilerle kendi çizgilerimizi denk getirmek için. Ama senin öykülerini okuyunca, ıskaladıklarımızla, başarısızlıklarımızla ve küçük, basit gündelik rutinlerimizle de mutlu olabiliyoruz. Sence mümkün mü? Bizim için çizilerin üzerine gökkuşağı çizmek ya da çöpten bir adam ve kadın…
Bence insanın kendiyle; yani zayıflıkları, başarısızlıkları, eziklikleri, bütün mağlubiyetleriyle barışması kadar büyük zafer yok. Bunu yapabilmek hiç kolay değil. Denemekse eğlenceli. Kendiyle dalga geçebilen insanlar kadar kimseye saygı duymadım hayatım boyunca. Kendini ciddiye alan insanlara ise hep kıs kıs güldüm içimden. Bu kitaptaki karakterler de bu yönleriyle belki de benim olmak istediğim insanlar hep; yaşadıkları bütün talihsizliklere rağmen hayata karşı o şapşal duruşu asla yitirmeyen karakterler. Şapşallık iyidir hem.
Kitabın adına gelelim. Nasıl düştü aklına bu isim. Yoksa hep bir kenarda duruyor muydu?
Evet, bir kenarda duruyordu. Atmayayım lazım olur diye kenara bir yere koyduğum bir cümleydi. Kitaba isim düşünürken, küçük bir “eureka!” anı yaşadım onu bulunca.